30 Ekim 2009 Cuma

ezikus homilus



kürk mantolu madonna'daki madonna ablaya değil de raif efendiye kendimi daha yakın bulmamın hayra yorulur bir yanı olmadığı kanaatindeyim. işte başlığımız da bu yüzden. ezik insanlar, kendini ifade etmekten kaçınan çekingen insanlar.. aslında onlardan biri değilimdir genellikle, daha doğrusu içten içe belki öyleyimdir ama bunu pek dışarıya vurmam. ama bazen pörtleyiveriyor bu halim. misal şu an. kalkıp konuşmam gereken bir durum var ama kalkıp gidemiyorum bile.


bu arada kitap gayet bayık başladı ama ortalarında bir yerlerinde atağa geçti, iyi de oldu. haftalardır sürünen kitabı en nihayetinde bitirebildim. kendimi tebrik ederim.


neyse, ne diyordum, heh eziklik meselesi. insan neden ezik olur acaba? kendine güvenmediği için. peki insan neden kendine güvenmez? bence bu aileyle ilgili bir durum. aile sürekli onu ezmiş ve sen ne anlarsın diye baskılamıştır. ya da konuşmaya teşvik etmemiş, fikrini sormamıştır. fikri sorulmayan insan da düşünemez, düşünmeyen insan da konuşamaz. bu böyle zincirleme uzar gider. düşünme tembeli olur çıkar insan. biri fikrini sorarsa apışır kalır, feleğini şaşar. ama gün gelir birisi ona başka bir dünyanın kapılarını açar. ancak o başka dünyayı onun varlığı yarattığı ve içselleştiremediği için bu başka dünya o varlığın yitip gitmesiyle sona erer.


işte mutsuz son.

26 Ekim 2009 Pazartesi

tavukla güreş

tavuğu poşete sokana kadar yapmadığımız şey kalmadı. kayak, dans, hoppidi hoplama, tokalaşma. allaaamm, tavuk o ya tavuk. neler oluyor bana!

don't let me down



saatler bir saat geri alındı malum, şimdi gerçekten sabah olunca uyanıyoruz, zifiri karanlıkta değil. çok değil elbet ama az da olsa motive edici bir başlangıç oluyor güne. öte yandan bugün resmen afalladım, aha dedim yağmur yağdı yağacak, saat de beşe geliyordu. sonradan jeton düştü, meğersem hava kararmış, saatler geri alındığı için artık karanlıkta çıkacaktık ya hani, o buymuş. pek hoş değildi tabii.


yarın yine güneşlide olacağım. güneşlinin kalabalık ve kışlavari yaşantısında yer almaktan nefret etsem de başka bir şansım yok. bu şirkete hiçbir şekilde değmeyecek bir projeyi ne hikmetse bu sene sonuna kadar bitirmem gerekiyor. neden hedef diye birşey var? ben öngördüğüm herşeyi yapmak zorunda mıyım? öngörmediğim ama mecbur kaldığım şeylerin niye bir değeri yok? veya sadece hedeflerime mi odaklanmalıyım? hedef denen zırva bir işe yarar mı, bir bilen söylesin. bence fasa fiso.


bundan sonra market alışverişlerini el sepetiyle yapacağım. tekerlekli market arabasıyla alışveriş yapınca ağırlığı anlayamıyor insan. taşıyabileceğinden fazlasını yükleniyor ve parmakları kopuyor. bu da kendime notum olsun.


cuma günü geçirdiğim ruhi bunalımın ardından bugün yine araba aldım. düz vites araba kullanmayı tercih edeceğim sanırım, kontrolün bende olması güzel bir his. araba kalktıydı, yavaşladıydı, hızlandıydı derdi olmadan araba kullanmak istiyorum. ama tabii otomatik vitesin de rahatlığı başka. neyse, kendi arabam olunca dert edineyim bunu, şimdilik şirket ne verirse öpüp başıma koymakla yükümlüyüm.


bir saat kadar sonra yeni bir yemek denemesinde bulunacağım. herşey yolunda giderse sebzeli tavuk yiyeceğiz, gitmezse aç kalacağız. gerçi ben dünden kalan üç adet dolmayı lüplettim laf aramızda, ama yemek yapacak kişinin enerjiye ihtiyacı vardır yanlış mı düşünüyorum? afiyet olsun bana.


dün hediye çeklerimizi biri hariç maddiyata dönüştürdük. ev için alınan şeyi iade etmiştik, yerine birşey bulamadık, mont aldık maviden kocama. bana verilmiş olan paşabahçe hediye çekiyle de evimizin ihtiyaçlarını tamamladık. peki noldu? olan bana oldu. karlı çıkan kocam oldu. hal böyle olunca bana da ona gelen d&r hediye çekini lüpletmek düşer.


maç esnasında sokaklarda olmak ne büyük avantajmış, dün bunu hatırladım. mağazalar boş, minibüsler boş, metrobüs boş, trafik yok, insan az. sanki sokağa çıkma yasağı var gibi. ama bir arkadaşım anlattı da, kocası maça gitmiş, 10da maçtan çıkmış, 10.40da daha arabasına varamamış. 11 buçuk gibi ancak modaya gelebilmiş. üstelik maç fenerbahçedeydi. yürüse elli kere varır. bu zihniyeti de anlamıyorum. arabayla çıkılacak gün var, arabasız çıkılacak gün var. illa arabaya binecek hasta ruhlu insanlar. en kötü taksiye binersin yani, nedir bu araba sevdası. ya da maçtan erken çık. neyse, banane, elalemin derdi beni gerdi.


her akşam eve gelsem, muhtemelen bunalırdım. keza öyle bir takım dönemlerim olduğunda da bunalmıştım. insan illa ki bir meşgale istiyor. ya evde düzenli bir iş lazım ya da dışarda. ama sadece mesai saatleri içinde aktif bir insan olmak hiçbir bünyeyi tatmin etmez kanaatindeyim.


domuz gribi salım salım salınırken birkaç hafta içinde hepimiz ağzımıza maske takıp dolaşacağız gibi geliyor, ürküyorum. umarım böyle birşey olmaz. öte yandan ofisteki herkesin çocuğu hasta, insan korkuyor ister istemez. hemencecik geçse gitse şu ne idüğü belirsiz hastalık keşke..


böyleyken böyle, tavuk tüttürcem birazdan, anneme dedim ki bunun kıllarını yakarken yağları damlamaz mı ocağa, damlar, silersin, olmadı tüttürtme, çok görünenleri cımbızla çekiverirsin dedi. marketin ortasında koptum, tavuğa ağda yap diyecek hani nerdeyse.
foto ve başlık ile ilgili kaynak anlatmaya o kadar üşeniyorum ki, bu kadar olur.

21 Ekim 2009 Çarşamba

eve dönüş depresyonu



evlendikten veya bir şekilde anne-baba evinden ayrıldıktan sonra o eve misafir olarak gidildiğinde yaşanan bir depresyon çeşidi varsa dün gece ben bunu yaşadım. yoksa da bunu artık uzmanlar literatüre soksun, yoksa ben sokacağım bir psikiyatrist bulup.

normalde o evde yaşarken salonda pek takılmazdım, zira salonda sürekli dizi izlenir, histerik kadın gülüşlü diziler az duyan kulaklardan ötürü son ses izlenir ve beni çıldırtırdı. odamdayken bile gelir televizyonun sesini kıstırırdım. şimdi misafirliğe gidince haliyle salonda oturuyoruz. haliyle televizyon açık oluyor. ve yine haliyle en histerik kadınlısından bir dizi oynuyor oluyor. misal dün geceki muhteşem histerik kadınlı dizi adı üzerinde küçük kadınlardı. yok efendim küçük kızın günlüğü yayınlanmış da vay efendim ablalarını rezil etmiş, sırlarını dökmüş de. amma da büyük olay, car car bağrınıyorlar.


neyse, mesele sadece bu bücür kadınlar dizisi değil. oraya gidince sürekli bir yeme eylemi oluyor. bir de halıyı ne zaman alacaksınız, arabayı ne zaman alacaksınız muhabbeti. saat belli bir noktaya geldiğinde de muhabbet bitiyor, gözler televizyona kitleniyor. benim zaten 9da uykum geliyor, o kadar yemeğin üstüne göz kapaklarım küçülüyor, hart hurt yenen elma sesleri her zaman olduğu gibi o zamanda da sinirlerimi bozuyor. oradan kaybolmak, yok olmak istiyorum. ama asla düşündüğüm saatte kalkmamıza izin verilmiyor, hep biraz daha oturuyoruz, gecenin bir vakti eve dönüyoruz. neyse ki arabamız olmadığından ve annem onlarca paket yüklediğinden elimize babam acıyor da eve kadar bırakıyor. bir de ona yük olmanın vicdan azabıyla artık araba alalım tekrarları.. rutine döndü sanki bunlar..


neyse, mesele sadece bu da değil.. yıllarca yaşadığım o evde artık kendime ait pek birşey bulamama meselesi. o eve artık bir yabancı gözüyle baktığımda hissettiğim bunalımsı şey. anneme doyamamak ve o kadar hazırlık yaptığı için ağlayarak uzaklaşma isteği. evet, her o evden ayrılışımda kovalar dolusu ağlamak istiyorum. neden bilmiyorum, böyle bir his geliyor, işte psikiyatristlerin araştırması gereken de bu bence. tek denek ben mi olurum yoksa bu bir genel bunalım mıdır bilmiyorum. bunu da onlar araştırsın artık, herşeyi ben bilemem ya.

19 Ekim 2009 Pazartesi

iki kaş bi nefes



kuaföre iki haftada bir kaş aldırmak için giden bir insanım. onun haricinde ancak düğünlerden önce fön ve manikür için giderim, yılda bir kere de saçımı kestiririm. kuaförle düzenli ilişkim kaş odaklıdır. gel gör ki düzenli bir kuaför hayatını en fazla 6 ay sürdürebiliyorum. çünkü bende bir talih var. hangi kuaförü beğensem, hah işte bu, uzun bir süre değiştirmem ben bunu, kaşlarımı hale yola koydu bu dediysem ya zaten hamileydi, ya hamile kaldı, ya işten çıktı, ya başka şubeye geçti. tarabyada da, şişlide de, acıbademde de bu böyle. bana artık doğurmayacağını, işten ayrılmayacağını ve her ne pahasına olursa olsun beni bırakmayacağını taahhüt eden bir kuaför lazım.

şimdilik acıbadem semtinin evime yakın bir kuaföründe geçen salı doğurmuş olan memnun olduğum kadıncağızın yerine işe alınmış olan orta yaşlı bir kadın alıyor kaşlarımı. işinde çok iddialı, üstelik fön çektiği, saç kestiği, manikür, ağda, pedikür yaptığı, kaş aldığı için de kendiyle gurur duyuyor. "ben herkes için dezavantajım çünkü bunlardan birine ihtiyaç duyulan yerde işi ben kaparım" diyor, burnu havada takılıyor.

her neyse, bu muhteşem teyze kendiyle övüne dursun bu yaşa gelmiş hala müşteri gelmeden az evvel sigara söndürmemesi gerektiğini öğrenememiş. burun buruna yakın temas halinde gerçekleşen bu operasyonda teyzenin leş gibi sigara kokulu nefesini içime çekmemek için yeri geliyor dakikalarca nefesimi tutuyorum. ve elleri. bir elini kafamın bir bölgesine koyup işini yapmıyor mu, deli oluyorum. eve gidip tüm suratımı arındırmak istiyorum. ve öyle de yapıyorum.

nitekim bir süre daha bu teyzeye muhtacım gibi görünüyor.

keşke şekilli kaş bantları olsa, onları kaşa yerleştirsek ve cırt diye çektiğimizde kaşımız alınmış olarak görsek. bu teyzelerin kokularıyla falan uğraşmasak. ama bu teknoloji gelene kadar - ki hiç ihtimal yok bence - bende kaş kalmaz zaten.

bakalım önümüzdeki yıllarda kaç kuaförü daha anne yapacağım. anne olmak isteyen kuaför kadınlar, beni arayın, muhteşem kaşçım olun ve 9 ay 10 gün sonra bebeğinizi kucağınıza alın. mucize değil gerçek!

17 Ekim 2009 Cumartesi

izzlenimler



tüm uykusuzluk ve yorgunluğuma, napsam da gelemicez desem endişelerime rağmen sabah malum arkadaşımı arayınca bir anda kendimi saat ayarlarken buldum. az önce satış teorileri üzerinde çalışan, yağmur kesin yağıyordur inşallah temennilerinde bulunan ben değilmişim gibi sabahın dokuz buçuğunda kalkıp 11e doğru izz'e varmıştım bile. varmıştık yani. malum insan çoktan gelmişti führerşayn ile birlikte. (bu da nasıl okunuyor bilmiyorum nasıl yazıldığını bilmediğim gibi, ben böyle okuyorum, bundan sonra da kendisinden böyle bahsederim. biline.) oturduk. mekan müdavimi malum insan tavsiyelerini iletti, eyvallah dedik ve meşhur kahvaltı birer ikişer yağmur gibi masamıza serpişmeye başladı. geldikçe geldi, geldikçe geldi. yamuk şeklindeki tabak setini pek beğendim. sunum başarılıydı. kahvaltı ziyadesiyle doyurucuydu, öyle ki saat gece 10a kadar hiç acıkmadık. kaç bardak çay içtik bilmiyorum, ben minimum on bardağı devirmişimdir. hem göz hem mide doyurucu kahvaltı iyiydi. ama bence iki kişilik değil o gelenler, iki fillik. bizim de filden aşağı kalır yanımız yoktu gerçi, kocamla sildik süpürdük çoğunu ama bir üçüncü olsa insanlık eder ona da bırakırdık birkaç lokma. demem o ki üç kişi doyardı..


sonrasında gırandolaya dolandık. mojitolu ve elmalı vişneli miydi neydi unuttum şimdi, öyle iki top yaladım. güzeldi ama soğuktu. on üzerinden sekiz verilir sanırım.


şimdi düşünüyorum da amma yemişiz. ya bu hayat çok yemek merkezli değil mi? mesela biriyle buluşcak olursun ya akşam yemeğinde ya kahvaltıda buluşursun, biri sana gelicek olur çaya gelir, işten biriyle bişey konuşacaksındır öğlen yemeğe davet edersin. bu yemek meselesi ramazan haricinde de insanları bir araya getiren bir hadise çok fena. kimse size geliyim de muhabbet edelim demiyor. birşey ikram etmediğinde sen zaten kendini kötü hissediyorsun. en iyi misafir ağırlama misafir geldiği andan gittiği ana kadar geçen sürede ikramı eksik tutmadığın misafir ağırlamadır şeklinde bir inanış bile vardır. mesela annem buna inanıyor, buna bir de ısrarı ekle, işte benim annem.


üzerimdeki bu bezgin ve uyku sevici ruh halinden nasıl kurtulabilirim, bu sabah becerebildiğim üşengeçlik yenme halini bir daha ne zaman yakalayabilirim bilmiyorum. kısmet artık..


günün geri kalanında epeydir yapmam gerektiği halde ihmal ettiğim bir takım işleri hallettim, içim az da olsa rahatladı ama asla zaman yetmiyor. isyankarım ey blog, ne zaman yetecek zaman gerçek anlamda!
resmen günlük formatı oldu be, bayık bayık.. bravo!

16 Ekim 2009 Cuma

onun arabası var güzel mi güzel

istanbul'da araba kullanmak için bol vakit, bol para, bol sabır, bol sükunet, bol dikkat gerekiyor. başka bir ülkede araba kullanmadığım için karşılaştıramayacağım ama bütün ülkelerde durum buysa vay halimize. araba kullanmanın neden stresli birşey olduğunu ve neden bu kadar çok kaza olduğunu düşünürken kocamla, bazı çıkarımlarımız oldu, hemen paylaşmak isterim;
- daha küçücükken özellikle erkek çocukların eline hemen araba verilir. hatta bir değil, birkaç araba. çocuk bunları alır, önce koridorda yürütür, sonra yanyana yürütür ama en sonunda sıkılır ve ikisini burun buruna çarpıştırmaya başlar. o yaştaki veletin bile aklı almaz bu arabaların yanyana gitmesi gerektiğini. kardeşlik, barış vs.
- araba kullanmayı öğrenirken bir takım püf noktalar öğretilir bize. önündeki yavaş gidiyorsa geç onu, selektör yak, kornaya bas, küfret, kendini ezdirme, üstüne sürenden korkma, o senden korksun. en hızlı hep biz olmalıymışızcasına eğitiliriz. sonra birer küçük canavar olarak çıkarız yola.
- hız yapmak, kırmızıda geçmek, kuralları çiğnemek cesaret belirtisi olur her zaman. bir kadını sıkıştırdığı ve kornalı, selektörlü tepki aldığı için çok eğlenen, zevkten dört köşe olan pek çok erkek mevcut güzide şehrimin güzel sokaklarında.
- yavaş giden insanlardan nefret etmek de var. yavaş gidiyorsan - yavaş dediğim diyelim ki 90 olsun - bil ki arkandakiler senden nefret ediyor. sen kurallara uyan ödlek bir kedisin. küçümser bakışlarla sana bakıp bakıp geçerler.

araba kullanırken bu saydığım tipolojideki insanlar arasında gidip geliyorum. yani yeri geliyor ben de yavaş giden birine kızıyorum, yeri geliyor bana kızıyorlar, bol bol küfür yiyorum. ama şerit değiştirir gibi bu hal ve davranışlarım da zırt pırt değişebiliyor. zira, yol uzun ömür kısa..

13 Ekim 2009 Salı

ıssız ada(m) keki

cumartesi misafirim gelicek diye ıssız adam keki adıyla tariflenmiş bir kek yapayım dedim. bir sürü yemeğin yanısıra bir de ona bulaştım. ben kekin çiğ halini sıyırmayı çok severim. sıyırırken tadı muhteşemdi. tarçın, ceviz, havuç falan. parmaklarımı yaladım resmen. gel gör ki keki fırına koyduğum anki ebatları ile çıktığı anki ebatları arasında fark <= 0 idi. küçük çaplı gereksiz bir ağlama seansından sonra kendime geldim ama bu kek meselesi beni çok üzdü. ben ki defalarca annemin kekini çırpmış, çok da güzel sonuçlar elde etmiş bir insandım. gururuma yediremedim. daha başarılı bir kek yapmak üzere pek yakında kollarımı sıvayacağım.
hırs yaptım işin özü..
kekten sonra fırının sıcağıyla hemen pişer diye ve kocamın canı çekti diye bir de hamur yoğurup elmalı kurabiye (pasta diye de biliniyormuş) yaptım. kekin siniriyle onlardan da umudum yoktu ama fena da olmadılar hani. afiyetlen yiyoruz.
kabarmayan keki de iki koldan saldırıp nasıl bitireceğiz bilemiyorum ama atmaya da kıyamıyorum.
fotoğrafın meali ise şu ki, ıssız adaya düşerken yanınıza bir iki paket tarihi geçmemiş kabartma tozu almakta fayda var.

8 Ekim 2009 Perşembe

item by item


sabahları daha çok şey geliyor aklıma, o yüzden sabahları yazmaya özen göstereceğim artık. madde madde bir yazı geliyor. tek maddede son da bulabilir tabii, birlikte göreceğiz, herhangi bir hazırlık barındırmıyor.
madde nerden yapılıyordu ya??
heh buldum..
  • sabah rutini diye birşey var. eminim herkesin de vardır. özellikle düzenli bir işte çalışan insanlar için konuşuyorum. benim mesela sabahları servise giderken yaşadığım bir ton aynı şey var. ben merdivenlerden inerken kapıcı dairelerin kapılarında asılı poşetlerden paraları alıyor ki gidip gazete, süt, ekmek,vs alabilsin. sonra ben ona günaydın diyorum, o da bana diyor. apartmandan çıkıyorum. yürürken evin hemen dibindeki dört yol ağzında sarı bir servis arabası üstüme doğru geliyor ve sonra sağıma dönüyor. onu geçince ileride bana doğru yürümekte olan kırmızı ceketli ve her daim kapri eşofman altı giyen 40lı yaşlarında bir kadın görüyorum. en yağmurlu günde bile o kapri çıkmadı altından, şaşıyorum. hatta terlik de giyiyor. son 2 haftadır spor ayakkabıya terfi etti gerçi ama kapri hala kapri. bence spor yapmıyor, bir yere yetişmeye çalışıyor. ve nedense bana çocuk bakmak üzere bir eve gidiyor gibi geliyor. sonra servisin çıkacağı yoldan gri station wagon (böyle mi yazılıyordu bu) bir araba çıkıyor. o çıkınca anlıyorum ki servisi kaçırmamışım. ve tabii tüm diğer olaylar olunca da çıkarımım bu yönde oluyor.
  • son iki gündür altı adet amca da bu rutine dahil oldular. ve bir güzel koca köpek. bu altı amca, hatta bir kısmı dede, yürüyüş yapıyorlar, sarı servisin hemen arkasından karşıma çıkıyorlar. en önde köpek, hızlı adımlarla bana geliyor, bir bakış atıyor ve yanımdan geçip gidiyorlar. amcalarda görülmemiş bir sabah neşesi. spor yapmanın salgılattığı endorfin kaynaklı olduğunu düşünüyorum. amcalar altı kişi halay ekibi gibi yürümüyorlar. nispeten genç olan üçü önde, bastonlu ve yaşlı olan diğer üçü de arkadan yürüyorlar.
  • doğumgünü hediyem olan (doğumgününün bile altını kızarttı bu chrome, of, ayırmıycam chrome, git başımdan) demlik, fincan, sütlük kuşlu ekibini aktif kullanmaya başladığım son bir buçuk haftadır sabah kahvaltılarım daha keyifli geçiyor. bazen ada çayı, bazen bir adet demlik poşetle normal çay demliyorum. normal çayı iki bardak içebiliyorum ama ada çayı yaptıysam ve demliği ağzına kadar doldurduysam bir bardağını paylaşıyorum, zira ikinci bardak fena halde acı oluyor. insanın tüm ağız zevkinin içine ediyor.
  • çalışmalara başlamadan önce toplu oyunlar oynuyoruz. son iki çalışmadır da toplu oyunumuz futbol. minik ve yumuşak bir topun peşinden koşturan 30'lu yaşlarında, çoğu kadın bir grup olduk. 3erli iki grup oluyoruz, biri kalede duruyor, tek kale maç yapıyoruz. futbol gerçekten zevkliymiş, insan hırslandı mı kimse onu tutamıyor. kan ter içinde kalıp, soluğumuz kesilmiyor mu? kesiliyor. hatta dün itibariyle futbol hayatım sona ermiş bile olabilir, zira sol bacağıma yediğim bir topuk darbesiyle sakatlandım. morluk ve şişlik var, basarken de acıyor. ama umarım hemen geçer de sahalara geri dönerim. özellikle erkeklerin top hakimiyetleri acayip, gerçi top yumuşak ve küçük olduğundan onlar da pek rahat oynayamıyorlar.
  • eve geç gelince bir şey yapacak pek vakit olmuyor, o yüzden salı ve perşembelerim çok kıymetli. cumartesi de misafir gelecek, perşembeden alışveriş yapmakta fayda var, bakalım, akşam belki bir karfur falan yaparız.
  • unutmadan yazayım, resim malum arkadaşımızın önerisi üzerine http://www.dutchuncle.co.uk/illustrators/du sitesinden elde edilmiştir. yani siteyi o önerdi yanlış olmasın, yoksa resmi ben kendi zevkimle buldum. çok da zevkliyimdir yani..
  • bugün perşembe, olası patlama günü. çarşamba yapılan geçişin ardından perşembe ofis günleri hep tedirgin olur, gerçi alıştık artık.
  • ekim bitse de şu dilli kirazlı gossip girl yaprağından kurtulsam. kasım'da ne var acaba? bakmadım, heyecanı kaçmasın diye. big bang theory yoktu heralde bu takvim basıldığında, seneye artık kısmet..
  • artık mesaime başlasam iyi olacak, yıl bitti, hedefler kaldı.
  • fotoğrafın anlamı; bu bünye o adacığa doğru güzel bir gece yürüyüşü yapmak istemekte. her neredeyse..

kısa bir not

kulaklıkla müzik dinlerken başlangıcında tek bir kulaklıktan ses gelen şarkılara uyuz oluyorum. tek kulaktan müzik dinlemek kadar asap bozucu bir şey yok nazarımda..
bkz: every you every me - placebo.
bu arada chrome kurmuştum, türkçe olmayan her şeyin altını boyuyor bu yazım hatası diye. bir de bitişik yazdığım her şeyi de boyuyor, o yüzden bitişik olması gerekenleri bile ayrı yazdım. kırmızı çizgili yazı bende hatalı bir insanmışım hissiyatı yaratıyor.
madde madde bir yazı.. az sonra.. umuyorum ki süper bir de fotoğraf/resim bulucam.. (bak işte bulucamı da boyadı bu chrome, bulacam, dövecem, yapacam, edecem, ne var yani?)

6 Ekim 2009 Salı

nasıl?

çok niyetleniyorum, şu şablonu değiştireyim, arka plan koyayım, üste resim koyayım, afilli olsun sayfam falan.. ama olmuyor.. bir türlü beceremiyorum. varolan şablonları beğenmiyorum, zaten çok az seçenek var. neden böyle dandik bu blogspot? blogspot duy sesimi..
hevesim sürekli kursağımda kalıyor.
hani elimde çok muhteşem resimler var ve yapamıyorum diye birşey de yok. ama imkan olsa ben anında resim yaratırım gibime geliyor.
öylesine paylaşayım istedim.. derdime derman olabileceklere selamlarımı iletirim..

2 Ekim 2009 Cuma

ne baktın?


boş yere ağlama kendini bağlama ankara kızlarınaa..

Bugün Cuma, içimden kocaman bir yazı yazmak geliyor. Ama yazmayacağım, gıcığım..
Bu hafta hızlı geçti zira iki gün şekerpınarında değil güneşli bir yerlerdeydim.. pek güneş olmuyor gerçi o ahırda da.. bura akvaryumsa orası da ahır..
not: başlık şarkısı kocamın ankara seyahatimiz boyunca sürekli dilindeydi. nedendir bilmiyorum, ama şarkının müziği benim de hoşuma gittiğinden dilime takıldı.. her gelen ağladı, kalbini bağladı, ankara kızlarına diye devam ediyor.
yanağımdaki ve gıdığımdaki sivilceler neyin habercisi onu merak etmekteyim.. hadin hayırlısı..