31 Mart 2010 Çarşamba

Hayata dair laf salatası

Hayatta hiçbirşey için kendini üzmeye değmez lafını bu kadar sevip neden hiç uygulayamıyorum? Ben gerçekten buna inanıyorum, fani mahluklarız ve bir gün - vakitli ya da vakitsiz - ölüp gideceğiz, madem öleceğiz ne diye lüzumsuz şeyler için canımızı sıkıyoruz. Sıkıyorum ya da. En ufak bir pireyi bir deve yapıp kendime boş üzüntüler yaratıyorum. Yapmak istediklerimi sürekli erteliyorum, sanki bir gün gelecek, bana tüm yapmak istediklerim için limitsiz bir zaman dilimi sağlanacak ve ben bugün ertelediğim herşeyi o günlerde yapabileceğim.

Oysa hayat bir süreç, tamamlanan, duran ve sonra yeniden başlayan bir oyun değil. Sürekli akıyor, ölene kadar da sürekli akacak. Dolayısıyla ne yapmak istiyorsan o hayatın içinde yapman lazım. Yapmak istediklerin için ekstra bir zamanın olmayacak, eldeki herşey bundan ibaret. Koşullarını değiştirebilirsin belki, memnun olmadığın şeylerin yerine başka şeyler koyabilirsin ama dişini sıkıp sonrasında rahata ereceğini, emekli olacağını düşünmek işe yaramaz. Hayata yazık etmek olur bu.

Hayata yazık etmeyelim, hayatın kıymetini bilelim, tadını çıkartalım. Vazgeçmeyelim, ertelemeyelim, üşenmeyelim. (böyle bir rozetim vardı sanki benim bir yerlerde)

29 Mart 2010 Pazartesi

Kaçan topları kim toplayacak?

İkinci toplu spor maceram pilates oldu. Muhtemelen son pilatesim de buydu. Herşey gayet güzel başladı. Yüzüstü yatalım, nefes alıp verelim, oh ne güzel di mi? Bir an için hani nerdeyse içime huzur falan doğacak. Sonra indir kaldırlar başladı, hadi onları da anlayabildiğim için iyi kötü yapabildim.
Haydi bakalım, toplu kısma geçelim. Birlikte yapılan manasında toplu değil, top ile manasında toplu. .ötümüzün altına (google sakın her .öt arayanı siteme yönlendirme, kendime sansür bile koydum, senin yüzünden..) bu küçük toplardan koyuyoruz ve tüm gücümüzü topa uygulayarak bacaklarımızı kaldırıyoruz. Fırtt... O da nesi, top kaçtı, aha öndeki adamın kafaya çarpacak, neyse sola eğim aldı, dur topu alayım, nereye koyuyorlar ya, daha sırta mı doğru acaba, yoo baya baya .ötünün altına koymuş, hadi bir daha deniyim, fırttt.. Yine kaçtı arkadaşım bu top, son kez alllll, verrr, orda allll, tutttt, tutttt, tutttt, vererek rahatlat.. Oh, bayağı rahatladım cidden. Topsuz normal hayatıma dönebilir miyim şimdi?

Dahası da var tabii, aklımda kalan anlardan biri bu sadece. Vücudumun (21 dereceydi salon) buz kestiğine mi yanayım, hiçbir hareketi yapamadığıma mı yanayım, kaçan toplara mı yanayım, neyse, bir daha pilates yok bana. Aero dance bundan sonraki hedefim, hoppidi hoppidi oynayalım kız.. Ya da boşver dersleri, adele yap indir kaldır indir kaldır.. Evet evet, adele..

26 Mart 2010 Cuma

Herkesle iyi anlaşan insan, duy sesimi!

Bence böyle birşey olamaz. Bir kişiyi herkes sevemez, bir kişi de herkesi sevemez. Herkesin yüzüne gülen insan benim önyargımı o saniye toplar. Bir kere bu insan herkesle iyi geçiniyorsa kendi içinde tutarsızdır. Farklı bakış açılarına sahip, birbirlerine gıcık olan insanların tümünü sevmek nasıl mümkün olabilir? Burdan şu çıkmasın, iki kişi birbiriyle kavgalıysa siz de onlardan sadece biriyle arkadaş olabilirsiniz demiyorum, kastettiğim daha genel bir hal.

Herkese karşı olumlu ve güleryüzlü davranan bir insan muhakkak birşeyleri içine atıyordur veya dedikodu yaparak kendini rahatlatıyordur. İnsanların yüzlerine hissettiremediği şeyleri arkalarından söyleyerek rahatlatıyordur bünyesini.

Netice itibariyle, ey böyle insan, senden hazzetmiyorum, benden uzak dur. O yapay suratını bana da gösterme, sana inanmıyorum, sana güvenmiyorum. Go away!

Böyle de Cuma yazısı olmaz olsun.. peeeh..

25 Mart 2010 Perşembe

ey google

Analytics denen olay sağolsun, kim anahtar kelime ne girmiş de benim siteme girmiş görebiliyorum. Genelde benim yazılarımı arayan kimse olmadığı için hepsi şanseseri bloguma giren ve bir saniye içinde de "bu ne lan, nerden girdim buraya?" diye uyuz olup çarpıyla sitemi kapatan şahsiyetler. Bu şahsiyetlerin yüzde 40'ı pornografik aramalar sonucu benim siteme girmişler. Girdiklerinin bir listesini malumafatruş arkadaşıma maille gönderdim, hayret etti. Ben de insanların arama potansiyellerine hayret etmiştim zaten. Nasıl bir hayal dünyası, ne bulmayı umuyor bunlar diye düşündüm durdum. Aslında aratıp aynı kelimeleri, sabırla sayfalar arasında ilerleyip ilgili yazımı bulmak istiyorum. Hani kişileri de yanlış yönlendiriyor madem, gideyim yazımı düzelteyim. Ama benim o kelimeleri kullanma olasılığım sıfır. Belki türkçe karakter dalgasına buluyor, kim bilir.

Neyse, artık edep ve adap kurallarına uygun yazılar yazacağıma ant içerim. Amin..
Pornografik yazdım diye (hem de iki kere) şimdi kim bilir bu yazıyı da hangi aramalardan bulup getirecek. Püf..

abidin olma çabaları


Mutluluğun resmini çizemiyor olsam da çekebildiğime inandırıyorum kendimi. Mutluluk güneşli bir günde, fenerbahçe parkında, sevgiliyle birlikte denize nazır bir kahvaltı yapmak değildir de nedir? Evde hazırlanmış kahvaltılıklar, termosta çay, fırından alınmış cevizli ekmek, ağızda dağılmanın sözlük anlamı olan kurabiyeler ve tabii ki yumurta.. Ve fonda gitar çalıp şarkı söyleyen bir adam.. Tam kahvaltı şarkısı söyledikleri, öyle güzel, öyle sakin..
Depolanıyor mu mutluluk acaba? Şu anda mesela o anları düşünüp gülümseyebiliyor muyum? Eğer öyleyse depolanabiliyor mu demektir? Sanırım evet.

Şu sıralar midemde hissettiğim krampın altından iyi bir şekilde kalkabilsem mesela, ancak o şekilde değer di mi bu krampı çekmeme? Oldu bittiye getirmemek gerekiyor yaşananları, anı yaşamak gerekiyor. Her anın tadını çıkartmak, her anı doya doya yaşamak gerekiyor.

Biz faniler sanki yıllarca yaşayacakmış gibi planlar, programlar yapıyoruz. Birşeyleri saklıyor, depoluyoruz. Onları kullanabileceğimize dair hiçbir garantimiz yokken neden böyle davranıyoruz? Herşeyin değerini kaybedince mi anlayacağız?

Hadi bakalım..

23 Mart 2010 Salı

kesin göbek adım bahtsızlık

Bugün annemle buluşup bize gelmek üzere yola çıkan kadın, otobüsü annemi alsın diye durdurduktan sonra sırtüstü yere düşmüş. Şu an evi süpürüyor falan, çok ciddi birşey yok, eli acımış biraz ama bu bahtsızlık benden kaynaklanmıyorsa kimden kaynaklanıyordur?
Ben bu vicdan azabıyla fazla yaşamam heralde..

22 Mart 2010 Pazartesi

Bahtsızlık benim göbek adım

Yine olmadı, olmadı yar, su testisine dolmadı yar. Temizlik işi başka bahara kaldı yar. Adam ölmüş yar, kadın köye gitmiş, cenazedeymiş yar. Yarınki program iptal yar, kader ağlarını örmüş, belki de adam benim yüzümden öldü, öleceği yoktu ama sırf benim temizlik meselesi sonuca bağlanmasın diye öldü. Katil oldum ben yar. Mutsuzum.
Akşam ceza olarak alıcam elime elektrikli süpürgeyi, kendimi temizliğe vericem. Sonra hesabıma bir 70 kağıt yatırıcam, iki seksen serilcem yatağıma. Uçuşan tozları, biriken kirleri yok etmiş olmanın sevinciyle.
Malumafatruşun temizlik neşesini ben ne zaman yaşıcam yar? Kader bana da gülecek mi bir gün? İlan versem gazeteye, bulur muyum bir kadın? Bir yoldaş? Güvenilir, sır saklar bir insancık?
Sen belki başkaydın, başka bir aşka inanmadın..
Kanatlanıp uçsam, o tozları çeksem, toza dost bile olsam da beni aldattın..

Hep mutsuzluk var sonundaa... mutsuzluk ömür boyuuu.. (ve pislik)

güncelleme: anacığım sağolsun kendi temizlikçisini ayarladı, bir kereliğine yarın gelecek. bir aksilik olmazsa şayet..

18 Mart 2010 Perşembe

simply red

Adı bence simple red olmalıymış ama doğrusu simply red sanırım. Her neyse, bu adamı dinlemeyi aşerdim öğlen tenefüsünde. Şimdi grooveshark sağolsun, tüm müziklerini serdi önüme, çocukluk yıllarıma döndürdü beni. Garip bir duygu içimde.
http://listen.grooveshark.com/#/artist/Simply+Red/2925
Başka dinlemek isteyen olursa diye..

17 Mart 2010 Çarşamba

bir işkence yöntemi olarak spinning

Dün pilatese niyet spinninge kısmet şeklinde hayatımın ilk toplu spor faaliyetine katıldım (spor salonundaki yani). Öncesinde doktor odasında geçirdiğimiz manasız vakitlerden ötürü - hiçbir işe yaramadığını düşündüğüm vücut cart curt endeksi ölçümü ve akabinde bilgisayarın Bsinden anlamayan doktorun bilgisayar problemlerinin çözümüyle kaybedilen vakitlerdir kastettiğim - derse girdiğimizde herkes inceden tekerlekleri döndürmeye başlamıştı bile. En arka sıradaki yerimizi alıp ortama ayak uydurmaya çalıştık. (Bundan sonraki kısım şahsi deneyimlerim olduğundan kelli ayheyt de arzu ederse kendi deneyimlerini yorum olarak paylaşabilir.)

Salondaki müzik ziyadesiyle yüksekti, e bir de en arkadayım, arada hoca birşey diyor mu, diyorsa ne diyor, dediği ne manaya geliyor gibi şaşkın bakışlarımı etrafa bir onbeş dakika kadar fırlattım. Ön sıradakilerin hareketlerini taklit etmeye çalışarak geçti dersin çoğunluğu. Bir ara eleman yanımıza gelip yanlış tutuyorsunuz dedi. 1 varmış, 3 varmış, bir de 5 varmış. Eliyle 3 yapıyorsa 3ten tutacakmışım, 5se beş.
Her neyse, müziğe uygun ritmlerde bir ki üç dört , beş altı yedi sekiz veya bir ki, üç dört veya bir ki, bir ki şeklinde atraksiyonlu hareketler yaptırdı. Sağ mı sol mu, ön mü arka mı, kaçıncı seviyede tekerler, aha havlu düşüyor, lan su şişesi ayağıma battı, seleye .ötüm çarptı, lan dur gene çarptı, azcık mola verir mi ki, vermezse de ölemem ya, ben oturayım iki dakika, millet de güzel yapıyor ha, oturmaya mı geldik, kalk kalk, devam devam, sağ sol, bir ki, bravooo, aa şu alt stüdyodakilere bak, sallanıyorlar, o ders daha eğlenceli gibi, ona mı gitseydik, sağ ön sol ön sağ ön sol ön, bir ki üç dört, kalk kalk kalk kalk, burnumdan akan ne, benim terim mi, aha sağ bacağa kramp girecek gibi, ışığı kapatıp o disko ışığını yakacak gene, kesin tempo hızlanacak, yandım, sol ayak tabanım da uyuştu sanki, bu bisikletler de iyiymiş, pedal mı denir ne denirse işte ona ayağını iyice sokuyorsun böyle ayakkabı gibi sarıyor ayağını, iyi düşünmüşler, selesi daha yumuşak olabilirdi ama, bak yine çarptım, millet neden çarpmıyor da ben çarpıyorum, aynadaki görüntüme bakayım, bir tersim sanki, herkes sağ ben sol, ay sağ yapayım, yine kaçtı, hızlanmalıyım, şu sağımdaki deniz mi, haydarpaşa sanki o, kaç numara dedi ya, üç mü, beş mi, öndekilerin ikisi beşten tutuyor, ikisi üçten, ayheyt üçten, üçtür o zaman, azcık mola versek.. Ve mola.. Soğumaya lüzum yok, ufak ufak çevirmeye devam et, çok su içme, dalak şişer. Bu spor şeysindeki en yüksek tempolu, en çok terlediğim aktivitem bu oldu. Hayatımın aktivitesi mi bu yoksa. Bir de duysam söylenenleri, dışarıdan nasıl görünüyorum acaba, ıkınan bir tip mi, muhteşem bir iş çıkartan çevik, atletik, adeleli, kendinden emin, herkesin imrendiği bir tip mi? Soruma cevap vermesi için birini tutayım bari, birkaç kuruş sıkıştırırsam cebine duymak istediğim cevabı verebilir.

Neticede ben yine olsa yine katılırım, numaraları da ezberledim çok şükür, en ön sıradan yerimi de kaptım mı değmeyin keyfime. Ama sanırım perşembe pilates deneyine tutulacağız. Kısmet olursa şayet..

16 Mart 2010 Salı

today

is what a fuckin' day!

15 Mart 2010 Pazartesi

İlan

Sağ frame'den de anlayacağınız üzere izlediğim bloglardan birini izleme listemden çıkarttım. Bunun nedeni onu izlediğim için beni kınayan arkadaşlarım değil kendimim. Son yazdığı şeyden sonra buna daha fazla devam edemeyeceğimi anladım. Geçmişler olsun hepimize..

Güven

İnsanların bana güvenmediğini hissettiğimde acayip uyuz oluyorum. Kimi zaman kendine güvensiz bir insan olabiliyorum, evet. Ama kendimden emin olduğum, konuya ziyadesiyle hakim olduğum durumlarda karşımdakinin beni dinliyormuş gibi yapıp aslında zihninden kendi çözümünü bulmaya çalıştığını anladığım anda kafasına bir yumruk indirmek istiyorum. Madem biliyorsun beni niye yanına çağırdın demek istiyorum. Kendi kendine debelen dur, yanlış düşünüyorsun zaten diye bağırmak istiyorum. Senden daha iyi biliyorum, Amerika'yı yeniden keşfetmene gerek yok demek istiyorum. Neticede, bir halt diyemiyor, onun bildiğini okumasına göz yumuyorum, sinirimi ve öfkemi içime atarak. Bir dahaki çağrısına rötarlı cevap vermeyi, belki de hiç vermemeyi bir kenara yazarak.

Ya da bir yol sözkonusu diyelim ki. Adım gibi eminim, defalarca geçtiğim bir yol. Tarif etmeye başlıyorum. Ve bir noktadan sonra şöför kişisi beni tiye alıp kendi hatırladığını varsayarak veya "yok ya buradan da gidilir" diye abuk bir iddia atarak ortaya direksiyona farklı talimatlar veriyor. Sonuçta kaybolsak da, yol tahmini doğru çıksa da bu bana atılmış bir kazıkmışçasına içime oturuyor. O kişiyle daha mesafeli ilişki kurmaya karar veriyorum.

Son bir örnek, bir kişi bana birşey soruyor, ben naçizane fikrimi söylüyorum, o kişi tamam diyor, gidiyor. Sonra öğreniyorum ki bir başkasına daha fikrini soruyor ve onun fikrine benimkinden daha çok değer verdiği için - veya aklına yattığı için de olabilir tabii- onun fikrine katılıyor ve onun fikrini uyguluyor. Bana da bir açıklama yapmıyor. Olay kendiliğinden kapanıyor. Ben de diyorum ki, her fikrimi herkesle paylaşmayacağım bir daha. Herkese fikirlerimi yumurtlamayacağım. Temkinli davranacağım, muhteşem fikirlerimi kendime saklayacağım.

Böyle de ezikus homolikus bir insanım. Fikrimi sorup sallamayanları, beni kaale almayanları çiğ çiğ yerim.

Julie ve Julia

Bir başka blogcunun (aslında buraya yazabileceğim yüzlerce başka sıfat varken neden bunu tercih ettim bilmiyorum, aslında derdim blogcuya cinsiyet bilgisi de katan bir kelime bulmaktı, hani müdüre gibi falan, komik olacağını düşündüydüm, bulamadım, blogcu yazdım kaldı öyle, sonra baktım haklı bir tepki geldi, ama değiştiremiyorum, blogcunun sıradanlığına takılmayınız rica ederim) önerisiyle cumartesi akşamı bir film izledim. Adı Julie & Julia, 2009 yapımı bir film. Ben ki bir film 100 dakikadan uzunsa yüzüncü dakikadan sonra uyuklamaya başlarım, bu 123 dakikalık filmde hiç uyuklamadım. Julia'nın hayatla kurduğu ilişkiyi düşündüm durdum. Aşçıların erkek dünyasına alaycı yaklaşımına bayıldım, soğan soymadaki hırsını sevdim, soğanı en birinci soyduğunda onunla birlikte ben de sevindim. Zaten o ses tonunu ve tepkilerini başka bir rol kaldıramazdı muhtemelen. Yemek yaparken duyduğu haz, kankası sandığımız kadının aslında yüzünü bile görmediği mektup arkadaşı olması, insanlara olan inancı, özeni, kocasıyla ilişkisi.. Julie ise en az bizim kadar sıradandı. Hayatına bir anlam katabilmek için bir yola baş koyuyor, hayatının bir yılı için bir hedef belirliyor, bu hedefi belirledikten sonra da bu uğurda kah seviniyor, kah deliriyor. Çok gerçekti, çok yakındı, bloguyla kurduğu yakınlık, ilk yorum aldığındaki sevinci, o yorumun annesine ait olduğunu öğrenince yaşadığı hayal kırıklığı, iş yerindeki arkadaşıyla blogunu paylaşması, dinlediği hikayelere insani tepkiler vermesi ve patronunun yanına ağlayarak gitmesi.. Kocası da bir çöp öğütücü taktırsaydı o evyeye, eve bir usta çağırıp, gözümde dört dörtlük adamdı. Ama yapmadı. Zaten kendisi barcelona'da oynuyormuş, izlememe rağmen hatırlayamadım kimi oynadığını. Silik bir tip netekim.

Geçtiğimiz hafta evimizde oscar rüzgarları esiyordu, izliyoruz indirdiklerimizi. Sırasıyla precious ve blind side'ı izlemiştik, son olarak da bunu. Sandra abla blind side ile nasıl en iyi kadını aldı, hayretler içersindeyim. Oysa Meryl bu filmde on numaraydı ve her türlü ödülü de o hakediyordu, karambol yapmışlar sanırım.

Sonuç olarak, bu film itibariyle bünyemde bir Meryl ilgisi ve hayranlığı peydah oldu, duyurulur. Filmi öneren furuş hanıma da teşekkürler, sevgi, saygı ve selami şahin..

11 Mart 2010 Perşembe

istemiyorum/istiyorum

Bugün;
  • Hiçbir iş yapmak istemiyorum.
  • Kimseyle konuşmak istemiyorum.
  • Düşünmek istemiyorum.
  • Parmaklarımı oynatmak istemiyorum.
  • Çözüm üretmek istemiyorum.
  • Yemek yemek istemiyorum.
  • Kahve içmek istemiyorum.
  • Çevremdeki sesleri duymak istemiyorum.
  • Kimseyi görmek istemiyorum.
  • Kafamda kurmak istemiyorum.
  • Üzülmek istemiyorum.
  • Telefonla konuşmak istemiyorum.
Bugün;
  • Müzik dinlemek istiyorum.
  • Uyumak istiyorum.
  • Müzik dinleyerek uyuyakalmak istiyorum.
  • Yorganın altında kaybolmak istiyorum.
  • Pis ve dağınık olmak istiyorum.
  • Hesapsız olmak istiyorum.
  • Kapanmak istiyorum.
  • Gözümü açtığımda karanlıktan başka birşey görmiyim istiyorum.
  • Şarkı söylemek istiyorum.
  • Sessiz kalayım istiyorum.
  • Dünya dursun ben döneyim istiyorum.

10 Mart 2010 Çarşamba

derinde değil bu ömür bul...

Şu deprem meselesi tekrar gündeme geldi ya, pek televizyon izlemediğim için yaratılan deprem korkusu ve deprem olacak haberlerini çok duymuyorum. Ancak televizyon olmasa da işyerindekiler veya çevremdeki başka insanlardan bir şekilde bu endişeyi gözlemliyorum.
Deprem korkulu bir rüya elbet, ne ne zaman geleceği belli, ne neredeyken geleceği belli. Belli olan tek şey geleceği ve yıkacağı. Nereleri yıkacağı da az çok belli gerçi ama şiddetine bağlı olarak bu yerlerin sayısı artabilir veya yerler de değişebilir elbet. Sonuç olarak zarar verme olasılığı olan ve zamanı belirsiz bu olayı öyle ya da böyle muhakkak yaşayacağız, kaçışı yok. Kimimiz deprem çantamızı hazırladık, içindeki suyu birkaç günde bir yeniliyoruz, tarihi geçmek üzere olan bisküvileri değiştiriyoruz, bekliyoruz. Ama, deprem anında o çantayı kapıp sırtımıza evden yürüye yürüye çıkabileceğimiz ne malum? Başucumuzda düdük tutuyoruz, depremden sonra o düdüğü bulma ihtimalimiz yüzde kaç ki? Sağlam evlerde oturmaya gayret ediyoruz, şiddetinin ne olacağı belli mi sanki? O sağlam evler de kağıt gibi inemez mi yani aşağıya?
Kadere teslim olalım, tedbirimizi almadan başımıza geleceklere boyun eğelim demiyorum, tamam, ama bu çabalar da nafile geliyor bir yandan.
Doğa olayları, bence insanın hükmedemediği ve karşısında çaresizlik içinde beklediği olaylar. Yağmuru kesemiyoruz, sel basıyor, karı kesemiyoruz, donarak ölenler oluyor, depremi engelleyemiyoruz, göçük altında kalıp ölüyoruz, rüzgara set çekemiyoruz, uçurup kaçırıyor. Yapıcak birşey yok, bu çok net.

Fakat, bir taraftan kafamda deprem senaryoları kurup kendime eziyet etmeden de duramıyorum. Şurda yakalansam, şöyle olsa, böyle olsa, vs. En felaket senaryoları beynimin içinde yarattığımdan bilinçaltımda sağlam bir deprem korkusu var elbet. Issız bir kırda yaşasam bile yerin yarılıp içine beni çekmeyeceği ne belli diyor, alabileceğim tedbir olup olmadığına bile bakmadan tedbirsizlik içinde hayatıma devam ediyorum.

5 Mart 2010 Cuma

gel koklayayım gerdanından.. gerdanından..


Şu sıralar işlevlerini yeterince yerine getiremediklerinden olsa gerek burnumun kıymetini bir başka biliyorum artık. Bence gözlerimizden sonra en önemli duyu organımız burnumuz.Bir ortama dair bize olumlu/olumsuz fikir veren de o, hiç tanımadığımız bir insana dair bir önyargı aşılayan da o, bizi belli durumlarda uyararak koruyan da o.
Herkes de böyle midir bilmiyorum ama ben kokusunu sevmediğim insanlarla samimi bir ilişki kuramıyorum. Yani sanki sevmediğim insanlar kötü kokuyor, sevdiklerim bana güzel kokuyor gibi. Kimi zaman güzel, kimi zaman kötü kokan insanlar ise kendileriyle ilgili duygularım konusunda henüz bir karara varamadığım, bazen çok sevdiğim, bazen uyuz olduğum kişiler.
Ne kadar parfüm, roll-on, vs de sürse insanın ten kokusu başka insanlar tarafından duyulabiliyor. Bunun için bir insanla aynı yatakta yatıp sabah kalkıp onu koklamak şart değil ama bence en iyi ten kokusu sabah uyanıldığında duyulan ten kokusudur. Dolayısıyla bir kimseyle evlenecekse bir başka kimse, önce onunla bir güzel sarmaş dolaş olup yatıp uyumalı, sabah uyandığında da ten kokusunu içine çekip özümsemeli. Kokuya dayanabiliyor mu dayanamıyor mu bunu bir tartmalı. Dayanamıyorsa o ilişkiye dair kafasına bir adet soru işareti atmalı, dayanıyorsa ne mutlu ona, ister evlenir, ister evlenmez ama ilişkisini sürdürmesinde tensel bir engel yok demektir.
Kokunun öznel bir yanı da var elbet. O yüzden zaten milyon çeşit parfüm var ve herkes kendine hoş geleni kullanıyor, kendi beğendiğini kokluyor. Yani benim "ıyk berbat bir parfüm bu" dediğime bir başkası yüzlerce lira bayılabilir bir çırpıda. Doğal olarak her ten kokusunun da bir alıcısı bulunacaktır elbet. Önemli olan sizin o ten kokusunun alıcısı olup olmadığınızdır.

Bir de koku hafızası var. Misal benim liseden bir arkadaşımın kokusu hala o kadar burnumda ki o kokuyu ne zaman duysam bu arkadaşımı hatırlıyorum. Hatta çok ağır bir kokuydu, ondan bir kitap almıştım (agatha christie-on küçük zenci) da o kitabın içine, yapraklarına sinmişti. Okurken sürekli burnuma geliyordu. Nasıl bir kokuysa bu, kitabın adını bile hala gayet net hatırlayabiliyorum.

Veya yolda yürürken yanınızdan geçen bir insanın parfümü bir an için sizi eski anılara götürebilir. Bir arkadaşınızın, eski bir sevgilinizin, annenizin, babanızın kokusuna denk bu koku bir süreliğine size onunla birlikte geçen bir günün anısını yaşatabilir.

Herşey bir yana, bence kötü ten kokusunun nedeni dış etkenler, sigara ve elbette ki duş yapmama. Duş yapmayan insan kendini anında belli ediyor. Üstüne bir de sigara içiyorsa mümkünse civarıma gelmesin. Vallahi dayanamıyorum, tepem atıyor. "Yürü git, yıkan da gel, o zıkkımı da kes artık içmeyi" diye bağırıp kovabilirim gördüğüm yerden. Tabii mekan bana aitse. Değilse de kendimi kovarım, kovamazsam burnuma ıslak mendili dayar, onun kokusuyla kafayı bulurum.


1 Mart 2010 Pazartesi

"gelin olmuş gidiyorsun, beyaz kefen giyiyorsun, kimse bilmez görmez amma, sen adın gibi biliyorsun"

Başlık her ne kadar bir cengiz kurdoğlu girişi gibi gözükse de aslen hayko cepkin'in son albümünden bir şarkı. Hayko Cepkin nasıl bir müzik yapıyor ben anlamıyorum. Hem death metal, hem duygusal, hem güzel. Hastasıyım valla ne yalan söyliyim. Yapabiliyor olsaydım ben de böyle bir müzik yapmak isterdim. Bu vesileyle yeni albümü de tavsiye ederim ki herkes dinlesin, sevsin, paylaşsın.


Haftasonu bir çırpıda geçiverdi tabii. Her zaman olduğu gibi yine. Bu 3 günde bazı farkedişlerim oldu, onları paylaşayım bari, meydan boş kalmasın.

  • İki kişi olarak gayet özgür bir hayat sürüyormuşuz. Üçüncü (ve dördüncü ve beşinci) bir kişinin varlığı direkt herşeyi değiştirdi. Evdeki yemek, bulaşık, çay gündemi hiç bitmedi. Sorumluluk hiç yitmedi.
  • Arabayı almadan şuradan şuraya adım atmama kararı aldım. Bunun için Beykoz'da arabadan inip otobüsle eve dönmem gerekiyormuş, buna da şükür, kavaktan da dönebilirdim.
  • Otobüslerin son durağının Kabataş'a taşınması Eminönü-Kabataş trafiğini berbat etmiş. 2 dakikalık yol yarım saatten fazla sürdü.
  • Anneler yedirmeyi çok seviyor, bunun için ilk anne oldukları ana gitmek gerekiyor bence. Analık hormonlarından birinde "yedir, daha çok ve sürekli yedir" emri olsa gerek. Ancak bu hormon belli bir yaştan sonra disabled olsa daha iyi değil mi?
  • Araba kullanmayı çok seviyormuşum, araba kullanırken bağıra bağıra şarkı söylemeyi ondan da çok.
  • Hem misafir, hem ev sahibi olduğum evimde (annemlerin evi) iki dakika kestirmek için uzandığım anne-baba yatağında aşağıda misafirler varken 40 dakikaya yakın derin derin uyumanın hissi, küçükken misafirliğe gidildiğinde ve vakit geç olduğu ve uykum çok geldiği için arka odada uyuduğumda yaşadığımdan daha farklıymış. Daha güzelmiş, muzipmiş.
  • Davulda atakları seviyormuşum ben. Sanırım atakçı davulcu olacağım. Yani bir gün davulcu olabilirsem şayet.
  • Küçükken nefret ettiğim ve "gıygıy müzik" dediğim klasik müziğin müptelası olmuşum. Çalışırken manga ve reddden sonra dinleyebildiğim tek müzik bu oldu.
  • İngilizce seviyemi ölçtüğünü iddia eden şirketim ve onların kiraladıkları şirket, hepiciğinizden nefret ettiğimi daha önce söylemiş miydim?