17 Aralık 2011 Cumartesi

somebody that i used to know

Dün akşam, önceki gece 10 buçuğa kadar işte harala gürele çalıştığım ve gece de kafasal doluluktan ötürü pek uyuyamadığım için 7 buçuk gibi koltukta sızmışım. Çamaşırı asmak için uyanıp, asıp (görev bilincinin gözü kör olsun, çamaşır kokmasın diye saat kurmuştum sızacağımı hissedip), yatağıma yatıp 10 gibi tekrar derin uykulara gömüldüm.
Derken gece 12 civarı önce rüyamda sonra gerçeğimde hayvansal sesler duydum. Ve bu duyumlarımın sonucunda da uyandım. N'oluyoruz dememe kalmadı, bu hayvansal seslerin kağıt yatak odası duvarımızın öte yanından geldiğini farkettim. Şu sıralar düzenli bir cinsel hayatım olmayabilir ve bu yüzden bu seslerin beni ekstra uyuz ettiğini düşünecek olabilirsiniz. Hani olan var olmayan var hesabı bir uyuzluk duyuyorum sanabilirsiniz. Ama konunun onla ilgisi bence yok. Birincisi sesler çok yapmacıktı, ikincisi sesini duyduğum bir eylemin kendisini de gözümde canlandırmaya başlıyorum ki götten bacaklı yan komşumuzla onun suratsız karısını hayalimde canlandırmak midemi bulandırmak dışında bir işe yaramıyor. Bu noktada sizleri bir kadın bir erkeğin aşağıdaki bölümüyle başbaşa bırakıyorum. Ve bu aptal duvarları yapan müteahhitlerin burnu hemen düşsün diyorum..
http://www.youtube.com/watch?v=hZDR_Zr1R0k

Evdeki elektronik aletler birer birer bozuldu. Önce ütü, ardından süpürge. Aradan birkaç gün geçti önce ütüyü yaptım (birşey de yapmadım gerçi, tekrar denedim, okudum, üfledim, çalıştı), sonra da elektrikli süpürgeyi. Soyadıma layık bir insan olmaya başladım iyice.. Hemen bekleyen vakum poşetindeki havayı hüplettim süpürgeye ve ortadaki yorganlardan kurtuldum. Ortalıkta birşey kalınca ultra gıcık oluyorum. Ve günlerdir nevresim yıkıyorum. Nevresim kadar nankör başka birşey yok bence. Biri bir geceliğine gelir, sizde kalır ve ona yatak serersiniz. Ertesi gün gider. Başkası gelir ama ona bir kere yatılmış da olsa birinin yattığı çarşafı sermek olmaz. Hemen yenisi çıkartılır, serilir. Sadece çarşaf olsa yine iyi, yastık kılıfı, yorgan kılıfı.. İşte, günlerdir eve gidip gelen misafirlerin birikmiş nevresimlerini yıkıyorum. Makine de küçük mü nedir üç dört parça koyuyorum kapak kapanmıyor. Azar azar yıkamak zorunda kalıyorum. Neyse, bugün bitirdim nevresim işini, son parti de kuruyunca eve bir daha asla misafir almayacağım. Ben böyle diyorum ama misafir de benim keyfimi bekliyordu zaten.. Peeh..

Hem insanların ilgilenmediklerinden şikayet ediyorum kendi içimde, hem de arayanlarla konuşmak istemiyorum. Çünkü mesela birini geri arıyorum, bir çıkar için aramış oluyor. Ayrıca kimseyle bu askerlik muhabbetlerine giresim yok. İnsanların o gerzekçe üstten tavırları, bakışları, konuşmaları.. Beni geriyor artık, kimseyi istemiyorum. Bu sebepten ötürü de bir vadede yurtdışında yaşamak istiyorum. Neresi, nasıl, hiçbir fikriyatım yok ama birgün defolup gideceğim.

Ve aile meseleleri.. Kızgınım onlara, hem de pek çok.. Biz hiçbir zaman tam bir aile olamadık zaten. Babamla aramızda geçen son telefon konuşmasından sonra beni arasa da telefonumu açar mıyım bilmiyorum. Bir yandan da bir gün kötü birşey olursa bugünleri böyle geçirdiğim için kendime kızacağımı da biliyorum. Ama sinirim hala geçmedi. Annemin bana en sonunda gelininin adıyla hitap etmesi, varını yoğunu torunu için seferber etmesi, beni saçma sapan durumlara düşürmesi,vs.. Hala sinirim geçmedi.

Tüm uyuzluğum bundan.. Bir de başım çalkalanıyor, ufak ufak dönüyor, tatlı tatlı.. Burnum akıyor, kulaklarım tıkalı, hareketlerim dengesiz, bir başağrısı ki lodostandır diye düşünüyorum..
31 gün kalmış, cenabet bir kalan sayısı.

başlığa sözkonusu olan şarkı ve son birkaç günümün loop şarkısı:
http://www.youtube.com/watch?v=8UVNT4wvIGY
Elveda..

4 Aralık 2011 Pazar

kütahya malatya arası kaç saat?

Günlerdir kafamda bir cümle var; "ne olursa olsun insan yalnız şu dünyada!".. Ne kadar "benim ailem var..", "çevrem geniş", "arkadaşlarım çok" diye düşünse de insan özünde yalnız. Kendi kararlarından, kendi tavırlarından, kendi cümlelerinden, kendi tutumlarından sorumlu.. Kimse senin adına birşey yapamıyor, kimsenin yaptığı şey sende sen yapmışsın hissiyatı yaratmıyor. Sen ne yaparsan o oluyorsun, öyle tanınıyorsun, kendisi şöyledir ama annesi böyledir diye kimsenin sana olan tavrı değişmiyor.. Özetle birey olamıyorsan bir hiç olmaya mahkumsun..
Bir hiç olmak ya da olmamak.. İşte bütün mesele bu..
Anneyle yapılan telefon konuşmasında anne bana ben hariç herkesle ilgili sorular soruyor, ben de benimle ilgilenmediği için ona kızıyor, o da ben kızdığım için kapatmak istiyor, ben de bir kere beni sor diyor, o da yine başkasını soruyor, bu sefer benim gözler doluyor, telefon kapatılıyor. vicdan azabı.. ağlamalar.. sinir boşalması.. tüm vücudum zaten mütemadiyen seyirtiyor.. sinirsel haller beni bitiriyor..
yazasım yokmuş meğer, ne kastırdım ya.. yor falan.. of..

12 Kasım 2011 Cumartesi

atarsa van ve şiirler...

Ben şafak sayadurayım, günler peşpeşe geçiyor, ömür tükenip bitiyor..
Derken bir bunalım beni içine çekiyor, çekiyor, çekiyor.. Yok diyor, sen hiçbirşey yapma, kimseyi görmesin gözün, kimsenin laflarını duymak, kafayı takıp sinir olmak zorunda kalma. Yalnız kal sen diyor, kimseyle program yapma, tek başına takıl, kimseyi beklemek, kimseyle buluşmak zorunda hissetme kendini. Yalnızlıktır da güzeldir diyor, güzeldir, valla bak, bir dene, sen de seveceksin..
Ve deniyorum.. 11.11.11 geyiğini 1 başıma 1 yerlerde yaşıyorum.

Şiirle haşır neşir bir insan değilim ben. Yani, üniversite yıllarında bir dönem Can Yücel ve Nazım Hikmet şiirlerine fena sarmıştım evet ama uzun yıllardır şiir okumuşluğum yok. Şiire karşı ne bir önyargım vardır ne de aşırı müptelalığım..
Geçtiğimiz hafta maya sahnesindeki bir oyuna giderken aldığım maya kart ile mayadaki tüm oyunları ücretsiz izleyebildiğimden ve yapacak daha iyi bir işim olmadığından ve dışarı çıkmak istediğimden ve kimseyi görmek de istemediğimden dün akşam mayadaki "üstü kalsın" adlı şeye gittim. Şey diyorum çünkü ne diyeceğimi bilemiyorum. Tiyatro gerçek adlı grubun olayıydı ama bence tiyatro değildi. Dinleti de değildi. Şimdi bıraksam kendimi Hakan Gerçek'i yerden yere vurabilirim. Sahne performansı bence fena halde kötüydü. Nefesi, öksürmesi, o dapdar havasız salona rağmen sahnede sigara içmesi (ki bence salon isterse onbinmilyon metrekare olsun sigara o ana olağanüstü bir ifade katmıyorsa sahnede asla sigara içilmemeli), iki monitorden şiirleri çaktırmadan okuması, yapmacıklığı,vs.. Neyse, vurmayacağım dedim ya tutamadım kendimi.. Ara ara da güldüm hani, adamın artistliğine, uyduruk birşey yapmış olmasına rağmen kendinden fena halde memnun haline, tavrına.. Bu insanların bence bir tane bile yakın arkadaşı yok. Demiyor mu kimse olmuyor Hakan bu böyle, yemez seyirci bu dalgaları diye.. Yok demek ki , ya da dedirtmiyorlar duvarlarını örüp..
Her neyse.. Sonuca gelecek olursak, adam ne kadar başarısız olursa olsun Cemal Süreya o kadar güzel şiirler yazmış ki onun hatrına sonuna kadar kalabildim salonda. Ve üstelik çıkar çıkmaz bir Cemal Süreya kitabı almak, hemen şiirlerine gömülmek için can attım. Ve aldım da.. Eğer ki adamın amacı buysa bence başarılı oldu. Ama bu başarıyı kendine yazmaması gerekir diye düşünüyorum. Bu başarı Cemal Süreya'nın başarısıdır.. Ya da benim fevkalade melalkolik ruhumun başarısı..
Ama baksanıza şu şiirin güzelliğine..

GÜZELLEME

Bak bunlar ellerin senin bunlar ayakların

Bunlar o kadar güzel ki artık o kadar olur
Bunlar da saçların işte akşamdan çözülü
Bak bu sensin çocuğum enine boyuna
Bu da yatak olduğuna göre altımızdaki
Sabahlara kadar koynumda yatmışsın
Bak bende yalan yok vallahi billahi
Sen o kadar güzelsin ki artık o kadar olur

İşe bak sen gözlerin de burda
Gözlerinin ucu da burda yaşamaya alışık
İyi ki burda yoksa ben ne yapardım
Bak çocuğum kolların işte çıplak işte
Bak gizlisi saklısı kalmadı günümüzün
Gözlerin sabahın sekizinde bana açık
Ne günah işlediysek yarı yarıya

Sen asıl bunlara bak bunlar dudakların
Bunların konuşması olur öpülmesi olur
Seni usulca öpmüştüm ilk öptüğümde
Vapurdaydık vapur kıyıya gidiyordu
Üç kulaç öteden İstanbul gidiyordu
Uzanmış seni usulca öpmüştüm
Hemen yanımızdan balıklar gidiyordu.

17 Ekim 2011 Pazartesi

dogs an ichi

yapıştım sanki bu hayatın içine.. hani vaktim dolmuş, gitmem gerekiyormuş da gidemiyorum gibi.. hiçbirşey beni mutlu etmiyor ama bir ısrar var yaşamakta.. ya ne garip.. vallahi garip.. benden başka kimseye garip gelmiyor mu? misyonumuz nedir hacılar? misyonumuz nedir ağalar?

benim misyonum şikayet etmek heralde.. ay geçen gün çok fena bir tivit gördüm, öl diyordu bana. dur bakiyim bulabilirsem yazayım..bulamadım.. geçmiş olsun.. ama şöyle birşeydi, dedikodu yapanlarla, herşeyden şikayetçi olanlara giydiriyordu. yani bana.. eyvallah ciğerim sağol..

youtube ile vjlik yapıyorum akşamıma.. sakin denek hayatımdan başladım, sağ taraftaki önerileri dikkate alarak ne çıkarsa basıyorum.. gele gele emre aydına geldim.. dayan yalnızlığım.. erdem yener diye biri varmış, onu öğrendim, bir de fırat tanış şarkıcıymış falan.. insan sürekli birşeyler öğreniyor, neyse ki internet var..

yalnız olmak boktanmış, yarın öbür gün buraya bakarsam bunu okuyayım da yanımdakinin kıymetini bileyim.. insanın çamaşırı bile birikmiyor arkadaşım ya.. 2 ayda 3 kere çamaşır yıkadım, yuh bana.. ev de soğuk artık, kış geldi, camlar fıldır fıldır hava kaçırıyor.. tüm eve pimapen taktırayım diyordum baştan, sonra başa çıkamam dedim tırstım.. iyisi mi ben kendime pimapen taktırayım. hem maliyeti de düşük olur, yanlış mıyım?

dayan yalnızlığım..

valla bir bıraksam kendimi çok pis duygulanırdım belki bu şarkıyla da şu an dalga geçme arzum ağır basıyor..

ben daha sana ne diem? carpe diem..

13 Ekim 2011 Perşembe

müzik...

Eskiden, bundan 7 yıl önce, çalıştığım işten çok sıkıldığım bir dönemde, ne yapmak istiyorum ben diye düşündüğümde kendime ilk defa bir cevap bulmuştum. Cevabım ben müzik dinlemek istiyorum idi. İş olarak. Ama ne dinlediğim müzikle ilgili bir eleştiri yazmak, ne puanlamak, ne yorumlamak istiyordum. Tek işim müzik dinlemek olacaktı ve bir takım saftorikler de bana sırf müzik dinliyorum diye para vereceklerdi. Nasıl bunalmışsam o dönem böyle birilerinin varlığına inanmıştım. Şimdi yine ara ara ideal işim ne ki benim diye düşündüğümde bu geliyor aklıma. Müzik dinlemek ne güzel birşeydir... İnsan heralde bunun kıymetini en iyi dinleyemediği, dinlemesinin engellendiği dönemlerde anlar.. Şimdi işyerinde, muhteşem senhayzır kulaklıklarımla öyle bir soyutlanıp müzik dinliyorum ki.. Yok böyle bir keyif..

Bazen dalıyorum, aa bir bakıyorum hiçbirşey yapmamışım, kendimi sadece müziğe kaptırmışım gitmişim. Tamam tamam, çok nadiren olabiliyor bu ama birkaç kere oldu sonuçta..

Bu hafta bir türlü bitmek bilmedi. Yarın akşam havalarda olacağım, bu saatlerde de inmiş olacağım ve hatta belki de sevgiliye sarılıyor olurum, kim bilir..

Geçen gün guguk kuşu diye türkçeye çevrilen filmi izledim. Acıttı.. Adamın enerjisine hayran kaldım, özendim..

Biraz birşeyler okumaca..

doksanaltı

Nihayet 100'ün altına indi.. İndi de ne oldu, geçen bizim ömrümüz değil mi? Evet, öyle.. Bugünler de böyle yaşanacak demek ki, bünye bunu uygun buldu, elden ne gelir.. Ya da kısaca "yapacak bişey yok"..

Yarın uçuşlu bir yolculuğa çıkacağım, uçuşlarda ve de kaçışlardayım..

Kafamdan geçen birşey yok, ne yazsam ya, geçen gün şunu şunu yazayım diye düşünmüştüm. Al işte gene unuttum.. Ses kaydı yapmam lazım, hemen unutuyorum, bunak insan oldum çıktım..

Şu an üstümde tişört olmasına rağmen pişmekteyim.. Hani kış gelmişti, hani yorganlar inmişti?

Daha fazla kasamayacağım, saygılar.

5 Ekim 2011 Çarşamba

yüzdört

Ayrılık hala pekçok an pekçok kereler koymaya devam ediyor. Ama bu yazımın konusu Pazartesi izlediğim, hatta malumafatrus hanım ile birlikte izlediğimiz "Bir zamanlar anadolu'da" adlı film.. Adına tıklayınca kendine ait naçizane film yorumlarını da okuyabilirsiniz.

Ben film başlamadan önce böyle uzun uzadıya reklam gösterilmesinden hiç mi hiç hazzetmiyorum. Öncelikle bunu belirteyim. 2-3 tane gelecek program fragmanı yapılsın elbet ama 30 dakika reklam nedir? Özellikle alışveriş merkezi sinemalarında mı bu böyle, yoksa artık tüm sinemalarda mı böyle bilemiyorum. Zaten sinemaya da kırk yılda bir gidiyorum.. Ama olsun, yine de yarım saatimi heba etmek istemiyorum.

Her neyse, konumuza dönelim. Filmle ilgili arkadaşlarımdan çok olumlu şeyler duymuştum. Mutlaka gitmemi söylemişlerdi. Sözüne güvendiğim insanlar olduğundan panpişime de "aa bak ben de pek izleyemiyorum NBC filmlerini ama bu heralde orhan pamuk'un masumiyet müzesi gibi, daha izlenebilir bir filmiymiş" bile demiştim. Pek ikna edememiştim onu ama kendimi etmiştim.

Önce beğendiklerimi yazayım.. Sahnelerin pek çoğunu gayet net hatırlıyorum. Naci'nin karanlık suratı, Arap'ın elma silkelemesi, kavun çalması, elmanın yuvarlanışı, siyah poşetin savruluşu, muhtarın kızının çay dağıtışı, zifiri karanlık yolda farın ateş gibi görünmesi, kayaların kabartma gibi hali, şimşek, rüzgar, araba kenarında beklerken doktorla arabın içten mi dıştan mı konuştukları muallak sahne, otopsi yapılırken doktora kan sıçraması, kırt kırt ciğerlerin kesilmesi.. Var da var..

Ama konu neydi? Anlamadım, gerçekten anlamadım. Herkesin yarım yamalak bir hikayesi çıtlatılıyor. Hiçbirini tam öğrenemedik. Adamların kadınlarla ilişkileri, onlara bakışları, sırnaşmaları neye tekabül ediyordu? Naci'nin oğlunun olayı ne? Adamı kim öldürmüş? Diğer sanığın olayı ne? Çocuğun olayı ne? Doktor diri diri gömüldüğünü kimden sakladı? Kimi koruyor? Neden koruyor? Bir muamma ile çıktım filmden. Kafamda netleşmeyen olay örgüleri. Eyvallah sanat filmi, eyvallah görüntüler şahane falan da bir de konu olsaydı ya..

Üstüne bir de arkadaşlarıma bir daha sizin yönlendirmenizle filme gitmem diyince aşağılanmadım mı? Bu sanat filmlerini beğenmek bir zorunluluk sanırım. Aksini kimse kabul edemiyor. Hayretlere düşüyor herkes beğenmedim diyince. Bunu da anlamıyorum. Entellektüel seviyem böyle demek ki, size ne yani..

Kesseler o yazdığım sahneleri, albüm yapsalar mesela, ara ara çevirir çevirir bakarım. Gerçekten güzel.. Ama hepsi bu..

Ha bir de bir arkadaşımın yorumu; ben dedim ki doktor ana karakterdi, ne alaka yani? O da dedi ki; bir zamanlar anadolu'da sadece doktorlar vardı, mecburen gönderilen.. Ondan.. Hmm dedim, çok acayipmiş gerçekten..

1 Ekim 2011 Cumartesi

yüzsekiz

Yüzün altına düşmek amma da uzun sürdü. Haftaya inşallah..
Açıkçası yazacak neyim var bilmiyorum.
Sadece yüzsekiz kaldığını not etmek istedim.
Bir de hazır ve nazır bir şekilde arkadaşımın gelip beni almasını bekliyorum.
Ama o muhtemelen ya emziriyor, ya da çocuğu uyutmaya çalışıyor..
Bir de yeni iki ev arkadaşım oldu.
Biri sürüngen, biri insan..
Müdür sürüngene hırladı, sürüngen yatak odamda yaşamayı uygun buldu..
Müdür buralar benim edasından bir an bile vazgeçmeden tüm gün kafesinin dışında takıldı, öttü, carladı..

19 Eylül 2011 Pazartesi

sanırım yüzyirmi

Yine bin tane düşünce gezeliyor beynimde. Bazen diyorum bir cihazım olsa, düşündüklerimi sesli olarak dile getirsem ve bu muhteşem düşüncelerim beyinciğimin kıvrımlarında yokolup gitmese. Yazıya dökebilsem mesela. Ama eminim elimde bir cihaz olsa bile, ki istesem bir milisaniye içinde iphone ile sesimi kaydederim, onu açmaya kesin üşenirim..
İnsanlara uyuz olmakla, onları kabullenmek arasında hayat tırmalıyorum. Uyuz olursam kendimi yıpratıyorum, tepki verirsem de hem başkalarını hem kendimi. Geniş insanlara geniş davranabilsem mesela, nasıl olur? Bence iyi olur ama geniş davranmak için geniş olmayı öğrenmem lazım. Ya benim bu test sonuçlarında yine çocuk özelliklerim öne mi çıkıyor acaba?
Öyle bir moddayım ki, yazmak çok komik geliyor. Ama olsun, yazacağım. İleride okuyunca ne kadar beyinsiz olduğumu görmek hoşuma gider. İleride bir gün, bu aptal saptal günler çok uzaklarda kaldığında bu blog yazısını okuyup "zuhahahahah" diyebilsem mesela, daha ne isterim şu hayattan..
Arabama atlayıp basıp gitmek istiyorum. İntikam alır gibi, yollardan, insanlardan, şehirden.. Sanki birilerinin umrundaymış gibi, bir dizi çekimindeymiş gibi mesela. Tanrım ben önemliyim ama kimse benim önemimi kavrayamıyor. Beyni yok bu insanların, oysa ben bir taneyim, nar taneyim, nar kardeşim..
Boş bir oda.. İçindeki bir köşesi ta yere kadar örümcek ağı kaplı. Ve duvarlarda da örümcek ağları çok. O odaya giriyorum ve sanki kendimi ağlara dolanmış buluyorum. Hayatta en çok korktuğum ve tek korktuğum hayvan örümcek benim. Çocukluğum banyodaki örümcekleri görüp ağlamakla geçti benim. Küvetteki taburenin altına saklanan örümceklerden dolayı kaç defa anadan üryan banyodan kaçtım ben? Yok ya, bir havluya sarınmışımdır, o kadar da değil. Bu örümcek ağlarına dolanmışım sanki. Bir sıkıntı. Hiçbirşey yapmama isteği. Renkli bir dünyanın siyah beyaz kenarıyım ben. İnsanların tüm o çabaları, sohbetleri, önemsemeleri, takıntıları, işleri, güçleri, lafları, sakızları falan umrumda değil. Ya da gereğinden fazla umrumda. Ve görüyorum ki ben kimsenin umrunda değilim. Ya da istemiyorum kimseyi. Aramasın kimse beni. Ben aranmayan, konuşulmayan, umursanmayan insan olayım istiyorum. Vah vah bana.. Tüh tüh bana..
En sinir olduğum sorular ve duymaktan bıktığım cümleler neler mi? Söylüyorum. Sayılı gün çabuk geçer. E iyi, güzel yerdeymiş. Gez, toz, özgürce dolaş. Napıyor bizimki, aradı mı? Haber var mı? Ohh, evci de çıkar o, kebap. İyice kurudun ha. Yemene içmene dikkat et. Tek başına korkmuyor musun evde? Gidicek misin bu haftasonu? Geliyim mi? Yemeğin var mı? Afiyet olsun. Yok yok, o aslında öyle değil. Kuzucuğum benim.

Bir makina olsa diyorum, içine girsem, kapatsam kapısını. Dondursam kendimi mesela. Zamansız, mekansız, beyinsiz.. İçinde dursam o makinanın. Siz burda bu muhteşem dünyada fevkaladenin fevkinde hayatlar yaşamaya devam ederken ben orda dursam dursam dursam.. Sonra vakit dolunca açılsa kapım. Bitti dese biri, o gelse, çıkartsa beni kutudan.

Amma güçsüz çıktın kızım sen de.. Kendi kendine yetemediğini biliyorduk da bu kadar olduğunu tahmin etmiyorduk. Yuh sana.Abarttın da abarttın. Zayıf şey.. Yaşama özürlü seni.. Yat kalk haline şükret. Çok uzaklarda bir yerde de olabilirdi.. Hiç arayamıyor da olabilirdi. Ne doyumsuzsun. Ne huzursuzsun.

Sanane be sanane. Sen git kendi muhteşem hayatına bak. Ben sana karışıyor muyum? Kafamın tasını attırmayın rica edeceğim. Kelimeler.. Siz de anlamınızı yitirdiniz bence artık. Pat diye biter bu iş burada..

4 Eylül 2011 Pazar

yüzotuzbeş

Dururken böyle boş boş ve de mal mal, zihnimden kelimeler akıp geçiyor, ve cümleler.. Peşpeşe anlamsız olan ama tek başına az da olsa bir anlam içeren gereksiz cümleler.. Şimdi diyorum açsam bilgisayarı, başlasam yazmaya, off amma da güzel olacak. Sonra üşeniyorum, zaten canımdan bezmiş bir ruh halindeyim.. O an da tüm diğer anlar gibi boşuna yaşanıp bitiyor..

Olduğum yere sığamıyorum.. Hem kendimi yalnız hissediyorum, hem de yanımda kimseyi istemiyorum. Kimseyle konuşasım, kimseye birşey anlatasım veya kimseyi dinleyesim yok. Yanıma gelen hemen gitsin istiyorum. Biriyle birlikte olmak öyle zul geliyor ki.. Birisi arıyor mesela, yarın sana geleyim diyor, gelme diyemiyorum ama gelmesini hiç istemiyorum. Bütün muhabbetler boş, bütün mimikler yalan..

Telefon çalıyor, sesini duyuyorum, başka bir ben oluyorum o an, yaşamak için birkaç damla ümit alıyorum ondan.. Telefonu kapatıyorum, on dakika sonra yine eski halimdeyim. Yine isteksiz, yine boş bakan.. Ve düşünüyorum, benim diyorum yanında kendimi aynen yaşadığım bir başka kişi daha yok.. Yanında herşeyimle ben olabildiğim tek kişi var.. Zihnimden geçenleri sansürsüz dışavurduğum, tüm duygularımı döktüğüm, tüm açıklığıyla kendimi koyverdiğim tek kişi.. Şu anda boğazımı düğümleyen..

Doğal ihtiyaçlar.. Yemek yemek mesela, herkesin çok çok önemsediği o zevkler diyarı.. Veya konuşmak, konuşmayanı hastalıklı diye yaftalayarak.. Ya da uyumak, vücut en az 6 saat deliksiz uyku isterler.. Sarmıyor beni.. Zevk vermiyor, istemiyorum.. Şu an sadece vakit geçirmeye kilitlendim.. O vaktin nasıl geçtiğinin ise bir önemi yok.. Sağlıklı olduğumu iddia etmiyorum. Sağlıklı düşünmek veya sağlıklı yaşamak gibi şeylerle bu ara pek işim yok.. İçki de zevk vermiyor, kendime zarar verme çabam da yok.

Özetle boş oğlu boş.. Bi neden yaşıyorum hali.. Bi umutsuzluk..

18 Ağustos 2011 Perşembe

ne istediğini bilmeyen ben...

Düşünüyordum.. Ben ne istiyorum bu hayatta diye.. Bir türlü cevap veremedim bu harika soruya. Sonra hayatımı bir gözden geçirdim.. Okuduğum okulları, yaptığım şeyleri.. Ve gördüm ki ben aslında üniversiteden mezun olana kadar kendi istediğim pek birşey yapmamışım. Okuduğum okul da dahil hayatıma yön veren hiçbirşeyi ben tayin etmemişim. Hep ailem, hep babam veya başkası.. Bir kere bile ne ben ne de bir başkası "peki sen ne istiyorsun?" dememiş. Demişse de cevap alamamış. Düşünmemişim. Benim yerime düşünülmesi işime gelmiş belki..

İnsanlar küçük yaşlarda yaşadıklarının bedelini ömür boyu ödüyorlar. Hala soramıyorum bu soruyu kendime, hala ne istediğimi düşünmek beni ürkütüyor. Risksiz olan, normal karşılanabilecek çizgilerin dışına çıkmak bana zarar verecek korkusundan her zaman "iyi böyle ya.. ne olacaktı ki zaten.." diyorum. Memnun değilim demeyi çok iyi biliyorum ama memnun olmak için ne yapmam gerektiğini bilmiyorum. Sonuç olarak da hep memnuniyetsiz, hep şikayetçi biri oluyorum.

Peki ne yapacağım? Nasıl değişeceğim?

Acayip bir aile bizimkisi. Ordan ayrılıp tekrar zaman zaman onların arasına karışınca anlıyorum bunu. Ben hala normalleşmeye çalışıyorum. İnsan ilişkilerine dahil olmaya çalışıyorum. "Babam" olan hallerimden kurtulmaya çalışıyorum. İçime işlemiş ama, öyle düşünmek, öyle konuşmak..

Babam da bundan kaçıyor belki. Hep yaşamak istediği başka bir hayat vardı.. Ama yaşayamadı.. Ona da kimse ne istiyorsun kuzucuğum diye sormadı. Mecburiyetleri vardı, onları yerine getirdi, kendisinin değil, annesinin istediği mesleği seçti.. Ve mutsuzlukla süren bir hayata imza attı..

Öyle olmamak için ne yapmalıyım? Budur son zamanlarda kafamda fıldır fıldır dönen...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

bir kıytırık otel için kendimi yordum...

Bu yazı kısa ama üzücü bir tatil sonrası yazılmış olup, üzüntüye sebep otelle ilgili gerçeklerin bilinmesi amacıyla kaleme alınmıştır.
Otelimizin adı vira's otel. Bodrum'da ortakent yahşi'de, deniz kenarında bir otel. Her yanıyla fiyasko bir otel. tavsiye üzerine gidip, üç günün her anında bitse de evimize dönsek dedirtti. neden mi kötü? maddeleyeyim direkt;


1. gitmeden önce telefon açıp rezervasyon yaptırdım, bir gecelik ücreti şu hesaba gönderip arayın dediler. mail atsam olur mu dedim, olur dediler. parayı yatırınca dekontu mail attım, kontrol edip cevap yazın dedim. bir gün bekledim, iki gün bekledim, ne gelen var ne giden.. telefon açtım, dedim geldi mi para. ismi söyledim, gelmiş heralde, üstü işaretli adınızın dedi telefondaki. dedim heralde ne demek? mustafa abi burda değil, ama sorun yoktur heralde dedi. dedim ben dekontu da mail attım, söyleyin mustafa abinize bir kontrol etsin, mailime de cevap versin. tamam dedi.

2. tatile bir gün kala, ne mail, ne telefon.. arayayım da sorayım tekrar dedim.. telefondaki ses evet gelmiş para dedi. ama biz bir yanlışlık yapmışız, eksideyiz, olmayan odaları vermişiz, bize bir iyilik yapıp bir gün geç gelmeniz mümkün mü dedi. hayır, zaten üç gün tatil yapıcaz, olmaz öyle şey dedim. iyi peki napalım dedi. dedim sorun yok di mi, geldiğimizde ortada kalmayalım, yok yok dedi bay mutsuz.

3. 10 buçuk gibi otele gittik, ismimizi söyledik. yalnız oda hazır değil, bir 15 dakika sonra ne zamana hazırlanacağı belli olur dedi. en geç kaçta hazır olur peki dedik. odadan çıkışlar 12'ye kadar yapılıyor, girişler 2de oluyor zaten, siz erken gelmişsiniz, en geç 2de dedi. iyi dedik, biz kahvaltı yapalım burada o zaman. sizin bugün için kahvaltınız yok zaten dedi. dedik son gün sabah 6da çıkıcaz, ona sayarsınız. olabilirdi ama kahvaltı bitti dedi. bir kahvaltı nasıl biter şaşkınlığı ve siniri ile bavulu bir kenara bırakıp başka bir restauranta gidip kahvaltı yaptık.

4. odamız sonradan büyütüldüğü her halinden belli otelin en en sonundaydı. ve yol boyu kesif bir kanalizasyon kokusu geliyordu. bu koku ne böyle dedik elemana, yan taraftaki otelin kanalizasyonu bozulmuş, yapacaklar bugün dedi.

5. ikinci günün sabahı kahvaltıda herkes bir ishal ve kusma olayından bahsediyordu. çocuklar, anneler, babalar herkes hasta olmuş, tüm gece kusmuşlar.. kulak kabarttık, herkes bunu konuşuyordu. sudan heralde dediler, musluk suyuna kanalizasyon karışıyormuş. yok artık dedik..

6. üçüncü günün sabahı korkunç bir halsizlik, mide bulantısı ve ishale uyandım. tüm gün kıpırtısız yatmama, denize girmememe, birşey yemememe rağmen değişen birşey olmadı. akşam da durum değişmeyince doktora gittik. doktor kusma ve ishal mi dedi. evet dedik, serumu yedik, ertesi sabah oradan ayrılacak olmanın heyecanıyla hemen uyuduk.

suya ne karıştı, nasıl herkesi etkiledi bilmiyorum, etkilerinin bünyemi terk etmesi 5 gün sürdü.

ayrılacağımız gün ortalık hala lağım kokuyordu. otel ne salgına, ne de bu iğrenç kokuya dair hiçbir açıklama yapmadı. tüm bodrum'un bu halde olduğuna dair -bence- bir palavra salladı. 10 yıldır burayı işlettiğini, hiç başlarına böyle birşey gelmediğini söyledi. oluşan krizi yönetemedi, müşteri memnuniyeti konusuna ise hiç değinmeyeceğim.

diyelim ki bizim gittiğimiz günlerde bir talihsizlik oldu, adamların suçu yok, o zaman kalalım mı bu otelde diye soranlara cevabım ise yine hayır. odaları çok yetersiz, aldıkları paranın hakkını vermiyorlar. odalarda telefon yok, buzdolabı boş, ayak havlusu vermiyorlar, havlu değişimlerinde bir havlu eksiliyor, şampuan, duş jeli, dikiş seti, sabun ve benzeri gibi en dandik otelde bile olan standartlar yok. ve daha fenası odalarında uyumak imkansız. koku var diye balkon açılmıyor, klima ile uyumak ise insanı hasta ediyor.

sonuç olarak gitmeyin, göndermeyin..


29 Temmuz 2011 Cuma

i can't remember anything..

Tatilden döner dönmez bir tatil yazısı yazasım vardı.. Ama tatilin getirdiği iç huzuru ve türevi tüm duygular işe dönüşümün 4. saatinde tuzla buz olunca yazı yazma hevesim de bundan nasibini aldı. Aradan haftalar geçmesine rağmen bu hevesim geri gelmeye zaman bulamadı. Düşüncelerim de bulanık hafızamın derin sularına gömüldü gitti..
Şimdi zorlam bir tatil yazısı yazsam, olmayacak.. Aklımda ne kaldıysa dökeyim klavyenin tuşlarına bari..
Bu üstteki fotoğraftaki loca denen şeylerle tanıştım ben bu tatilde. Giriş parasıyla bunlardan da istifade edebileceğim yanılgısıyla koşa koşa boş loca aradım. Bulup oturduğumda ezik bir çalışanın uyuz kemkümleri sonucu para istediğini öğrendim. 4 kişilik giriş parasına bu deniz kenarı sefalarında mayışabiliyormuşuz. Hade ordan diyip, bir de afra tafra yapıp şezlonglara yelken açtım. Sonradan da dedim ki bunların dışarıdan görünüşünü seviyorum ben. İçeriden birşey anlamıyorsun ki, minder neticede o da.. Veeee..

Benim için her tatilin vazgeçilmezi olan kendi ayağını çekme olayına da gark oldum, localara dil çıkarırmışcasına ayağımı uzatıp, hatıra fotoğrafımı da çektirdim. Benim için bu fotoğraf tatilin bir özetidir.

Tatil benim için denizdir. Girebileceğim, soğuk, temiz, dalgasız bir deniz beni mutlu etmeye yeter de artar bile. Güneş kremi benim için sabah otelden çıkarken sürülen, bir daha da sürülmeyen sıkıcı bir uğraş. Bunun sonucunda da gölgede kavrulmam da alınyazısı..

Arabalı olmak, birden fazla tatil mekanı dolaşmak tatilin iyi yanlarıydı. Kumsal işletmeleri ise tatilin kötü yanları. Bir dünya para alıp da düzgün konuşamayan adamlarla bizi iletiştirmeye çalışan işletmeler ise en beteri..

Böyle işte.. Bu bayatlıkta bu kadar oluyor..

27 Nisan 2011 Çarşamba

trafikte insanlık halleri

Haftaiçi birkaç kere arabayla işe gitmek (48 gidiş, 48 geliş, toplam 96 km cik) trafikte gözlem yapıp çıkarımlarda bulunmak için bana yetiyor.
Şirketimin eğitimlerinden birinde bir hoca demişti ki; "eşiniz arabayı nasıl kullanıyorsa veya garsonlara nasıl davranıyorsa size de öyle davranır, dikkat edin, demek istediğimi anlayacaksınız". Sonrasında ben de kendi kocama dikkat etmiş ve "hmmm, doğru gibi" demiştim, aynısının benim için de geçerli olması gerçeğinden ürke ürke.. Ama hocanın bunu hep kadınlara söylediğini düşündüm alttan alta ve pek de üstüme alınmadım.
Her neyse, ne diyordum.. Trafik gözlemleri.. Valla pek muhterem hocamın dedikleri doğruysa şayet kadınlarımızın başı belada demektir (ki öyle). Bir adamın altındaki arabadan, trafikteki tavırlarından, hızından, sollamasından, makas atmasından, kararsızlığından, tahammülsüzlüğünden ne menem bir adam olduğu hemen anlaşılıyor. Erkekler kadın şöförü aşağılıyor gerçeğine girmeyeceğim. Şöförlüğün cinsiyeti olmadığını düşünmekteyim. Nitekim son 1,5 yıldır gördüğüm servis şöförlerimiz de beni doğruluyor. Dolayısıyla şöförlük bir meziyettir, cinsiyetle uzaktan yakından alakası yoktur. Zaten kadın şöförü aşağılayan adam erkek şöför görünce "vay koçum, yine harika araba kullanıyorsun" demiyor. Onu da aşağılıyor içten içe, ona da selektör yakıyor (ya da selektör yapıyor, bunu ayırt edemiyorum).

Bir de araba markası meselesi var. Bende de var bu, kendimi ayırmıyorum. Otobanda sol şeritte önümde bir renault broadway görünce mesela süper gıcık oluyorum. Benzer şekilde arkamda BMW veya Mercedes görünce de selektörü yemeden sağ şeride süzülüyorum. Herkes haddini bilmeli bence. Gereksiz yere inatçı olmanın da manası yok. Mesela kimi adamlar (valla adam diyorum ama bunu yapan bir kadına henüz rastlamadım) benim arkamda olmalarına rağmen önümdeki arabayı taciz edebiliyor. Ve muhtemelen içten içe de benim o zamana kadar onu taciz etmemiş olmamı enayilik olarak yorumluyor.

Trafikte çok şey öğreniyor insan. Mesela sakin olmayı. İstediği kadar hızlı giderse gitsin birazdan trafiğin sıkışacağını. Arkasında iken tahammül edemeyip önüne geçmek için makaslar atan kişinin yine arkasında kalacağını. Her an herşey olabileceğini. (mesela bugün gelirken bir anda ortalık duman oldu, herkes frene bastı, dörtlüleri yaktı, ben de başladım düşünmeye, acaba araba mı yanıyor, yanından geçerken patlarsa ölür müyüm, lastiği mi alev aldı, egzozu mu patladı,vs. Meğersem yolun kenarında otları ilaçlıyorlarmış. Nasıl ama?)Yolların gide gide biteceğini. Aldırma gönül aldırmayacağını. Falan işte..

Arabada giderken şarkı söylemeyi çok seviyorum. Kimse duymuyor, kimse eleştirmiyor, kimse incinmiyor :) Sadece gaz, fren ve korna..

13 Nisan 2011 Çarşamba

muz da rip

Havalardan muzdaribim ben.. Bahar mı gelicek, kara kış mı gelicek. Karar versin ve gelsin artık. Her akşam 8 itibariyle çöken uyku, ne zaman terk ediceksin bünyemi. Hayattan soğudum ben.Büffff... b ile..

30 Mart 2011 Çarşamba

vakit yok gemi kalkıyor artık...

Yazıyı yazmadan başlık bulanlardan mısınız? Yoksa yazıyı yazdıktan sonra başlık düşünenlerden mi? Ben sanırım çoğunlukla önce başlığı yazıyorum. Hem blogun formu öyle olduğu için, hem de yazıya göre başlık bulmak fikri beni kastığı için. Ama gelin görün ki bu yazıya başlık bulamadım. Çünkü ne neyle ilgili yazacağımı biliyorum ne de ne yazacağımı. E, uzun zamandır da yazmayınca elim de unuttu napıcağını ne yalan söyliyim.
Bu arada işyerinden blogspota girebiliyorken evden nasıl oluyor da giremiyorumu çözememiştim ki ayheyt DNS değiştirtti, ve giriverdim.

Bu DNS olayların ultra mega uyuz oluyorum. Arkadaş madem bir adres değişikliği ile girebileceğim ben bu siteye, sen neyi engellediğini sanıyorsun? Nedir yani, DNS değiştirmeyi bilmeyen insanlara has bir engel mi bu koyduğun? İnterneti yasaklamak nedir hala ya? İnternet bu, ne yaparsan yap bir yolu bulunuyor, bir çözümü bulunuyor. Sen de kendi geri kafalığınla kalıyorsun..

Bir muhabbet kuşu aldım, birkaç ay oluyor aslında. Gündüzleri oyunbaz, geceleri baykuş. Gündüzleri ondan enerjiği, ondan çılgını yok, ama ne zaman ki hava kararıyor o kuştan eser kalmıyor. Böyle mazbut, mülayim, ağırkanlı, sürekli uyuklayan bir kuş oluyor. Kafesine elimi sokuyorum, başını okşamama izin veriyor, mübarek karabaş sanki. Dışarı çıkarttığımda hemen perdeye konuyor ve elime aldığım anda elime bir hatıra bırakıp yoluna bakıyor. Her elime aldığımda mutlaka anı defterine bir imza atıyor. Hiç ıskalamadı. Hep tutturdu. Ben de imzanın rengine ve kıvamına göre sağlık durumunu teşhis ediyorum. Hah diyorum bugün iyi veya üşütmüş heralde..

Şimdi yine bir perdede, dokunmasam tüm gece orada kalacak biliyorum. Hem onun hem ayheytin sol gözünde bir yaratık oluşması tesadüf mü? Arpacık gibi, kabuk gibi birşey..

1 yıllık abone olup da son 4-5 ayında semtine uğramadığım spor merkezine gitsem ve yalvar yakar olsam, desem ki son geldiğim günden itibaren üyelik bitiş tarihime kadar geçen süreyi gelmek ama para vermemek istiyorum. İşe yarar mı sizce? Yararsa da ben gider miyim sanki?

Zor iş spor yapmak. Akşam işten eve yorgun argın gelip, hazırlanıp, o kalabalığa, o gürültüye gitmek, sonra gecenin bir vakti tekrar eve gelmek.. Bir yandan güzel, kafa dağıtıyorsun, sağlıklı oluyorsun falan.. Ama bir yandan da çok üşendirici. Ki gitmememizdeki birincil sebeptir üşenmek.

Başka ne desem.. Pek de laf biriktiremiyorum..

Bir de şey diyecektim, çok konuşan insanlara ultra mega uyuz oluyorum bu ara. Sırf kendi konuşup karşısındakini dinlemeyenlere ise ekstra mega uyuz oluyorum. Özellikle işyerinde, sorduğum soruya binbir takla atarak cevap veren, konuyu teee en başından ele alan şahıslara, angut muyum ben be yaw diye bağırmak istiyorum bazen..

Şimdilik böyle olsun.. Sonrasına bakarız..
Belki artık işyerinde de vaktim olur yazmaya, kim bilir..

21 Şubat 2011 Pazartesi

hayallerime gelmeden önce kapıyı tıklatın

Unuttum, resmen unuttum hayal kurmayı. Çocukken de hayalperest bir çocuk değildim hiç. Hani derler ya çocukların hayal dünyası derya deniz olur, büyükleri hep şaşırtır,vs. Benim çocukluğum da minimum hayalle geçmiştir. Çok mu rasyonel yetiştirildim bilmiyorum ki. İnsanın hayalleri yoksa yaşamasının da bir anlamı yok bence. Hayal kurmak demek yaşama tutunmak demek. Hayal kurmak demek herşeye rağmen inat etmek demek. Hayal kurmak demek hayatı sevmek demek.

Hayal kurmak istiyorum bu sefer. Zorlayıp kendimi, gittiği yere kadar götürüp, bir kuple de olsa hayal edebilmek istiyorum.

En büyük hayalim zaman mevhumu olmadan yaşamak mesela. Hayatı sürüklediğim değil, hayatla süzüldüğüm bir yaşam. Kendimi bıraksam, uykumu aldığımda uyansam, acıktığımda kahvaltımı yapsam,  tek yükümlülüğüm yaşamak olsa.. Bir arkadaşı görünce yolda herşeyi boşverip uzun bir sohbete dalabilsem, bir kitaba başladığımda ve kapılıp gittiğimde bitirene kadar elimden bırakmasam, gerçekten merak ettiğim için insanları arasam, derinliğimi kaybetmesem, geçmişimi unutmasam, balık beyinli olmasam..

Çok fani herşey, bunu biliyorum. Şu anki koşullarımı değiştirmek bir anlık bir kararıma bakıyor, bunu da biliyorum. Zaman bağımlı yaşamamak ilk etapta beni mahvedecek, bunu da fazlasıyla biliyorum.. Ama? Ama ölüm yok sonunda, hayat devam edecek. Muhtemelen çok daha güzel olacak, başta alışkın olmadığım bir durumla karşı karşıya kalsam da, sonrasında ben yıllardır ne biçim bir hayat sürüyormuşum diyeceğim. Belki yıllardır ilk defa yaşadığımı hissedeceğim. Ve gitti, bitti, yok oldu dediğim yaşama sevincim, gitti, bitti, beni terketti dediğim isteklerim geri gelecek. Enerjim çoğalacak, gücüm çoğalacak, motivasyonum çoğalacak, tutunamayanlardan değil tutunabilenlerden olacağım. Kendim için önemli birşey yapmış olmanın kalıcı huzurunu yaşayacağım. Etrafımdakilere huysuzluk değil yaşam enerjisi yayacağım.

Yumuşacık tüy yumağında daha çok vakit geçirebileceğim...

Benim ya sömestr tatilim geldi ya da emekliliğim..

10 Şubat 2011 Perşembe

aklım fikrim hep sende.. sev sen de.. sevme sen de..

Koca ev bana dar geliyor bir süredir. Uzun zamandır ilk defa kendimi bir odaya kapatabildim, müzik dinleyip, birşeyler yazabiliyorum. Eskiden işte yazardım, güniçinde veya öğlen tatilinde bir fırsat mutlaka olurdu, olmasa da yaratırdım. Ama uzunca bir süredir o lüksümü de yitirdim. Tıpkı "istek" kelimesinin bünyemden yitip gittiği gibi..

Enayi miyim ben enayyii miyim ben enaayiii.. çalıyor..

Enayilik bence yaptığım. Sözde ekip büyüdü, sözde ekibi yönetecek kişi oldum.. Gel gör ki ekip ekip değil, ben yönetici değil.. Gittikçe çirkinleşiyorum, görüyorum bunu, yitip gidiyorum kendi avuçlarımda.. Aynaya bakmaya yüzüm yok, kendimden hoşnut değilim işin özü. Kendim gibi biriyle de çalışmak istemezdim muhtemelen. Ne acı bunu söylemek..

Çek git diyor bir yanım, belki yüzüncü kez. Ama diyor öbür yanım, ne yapacaksın? Git tabii de nereye gideceksin? Ya daha kötü olursa, ne istediğini bilmeden nereye a be deli? İki yanımı kafa kafaya tokuşturup
, ikisinin de ağzını tokatlayasım var. Susun ulan bi! Önce bi gidelim, sonra bakarız bir hal çaresine..

Sorumluluk sahibi bir insan olarak yetiştirilmişim ya, nasıl uyuz oluyorum bu halime. Benim okul hayatım boyunca devamsızlık sayım 5i geçmez biliyor musun? Herkes limitini doldurur, üstüne çakma rapor alır okula gitmezdi. Ben en zor koşullarda bile giderdim. Şimdi de bakıyorum etrafıma. Biri 10 servisiyle geliyor, biri zırt pırt hasta, biri uyuyakalıyor gelmiyor.. İşte bunları görünce iyice kızıyorum kendime. Madem öyle de varolunabiliyor burada, ben ne bok yemeye kalkıyorum her sabah 6:24te.. Gözlerimi açamadan her sabahki rutinimi tekrarlayıp 8 olmadan işimin başında oluyorum ha. Başkasına verdiğim her işi tekrar yüklenip, bölünerek azalıyorum.. Neden yani?

Ne alaka diyeceksin şimdi ama sanırım çalan şarkıyla ilgili.. Bir an bir düğüne gidesim geldi.. Önümde bir ordövr tabağı, hafif bir yaz esintisi, hava tam kararmamış, deniz kenarı, haydariden bir çatal, bir yudum şarap, ayakkabı vura vura tempo tutmaca..

Yaw, hayalimin içinde ne işin var haydari? Hadi başka kapıyaa.. hadi başka kapıya..

Ezbere bildiğim bir oyunu çalışacak olma ihtimali var içimi minicik oynatan.. Daha da birşey yok..

5 Şubat 2011 Cumartesi

değişiklik

Dedim ki bloğuma epeydir zaman ayırmıyorum, hepten boşladım.. Bari tasarımını değiştireyim, yeni bir tasarım yapayım, hem motive olurum, hem değişiklik olur falan..
Ama tasarım nere ben nere?
Pek beğenmediğim bir hal aldı blog..
Değiştirmeyle de uğraşamayacağım şimdi.. Belki akşama.. Zaten bu güzel günü evde heba ettim..
Gudbay then..