25 Şubat 2010 Perşembe

today

Uykusuzluktan açılmamış gözlerimle servisten inip bizim akvaryumun ana kapısından içeri girerken gözlerim hala açılmamış olsa da göreve hazır ve nazır olan burnum bir koku aldı. Bu koku beynime ulaştı. Beynim gözlerime "açıl da bir bak etrafına, güzel birşeyler kokuyor, neymiş gör" dedi. Gözlerim açıldı, etrafta birşey göremedi. Birkaç kez kırpıştı, tekrar baktı. Etrafta baharı gördü.
Daha çok erken biliyorum ama bahar mı geldi? Havadaki bu kokunun sebebi başka ne olabilir ki? Ve dün akşam eve dönerken duyduğum o çiçek kokusu. Gözlerimi faltaşı gibi açmama rağmen ortada bir tane bile çiçek göremedim.
Cemre, bu senin kokun mu yoksa? Hoşgeldin o halde..

24 Şubat 2010 Çarşamba

Bugün

Tek istediğim 8'de açmak gözlerimi şu dünyaya, 6'da değil. 2 saatlik fark beni daha mutlu, daha iyi, daha zeki, daha iş bitirici, daha huzurlu bir insan yapacak, bundan da eminim..
Bir şans verse bana hayat, valla bak yanıltmayacağım ve daha fazlasını istemeyeceğim. Yeter ki serviste boynum önüme düşe kalka uyumaktan kurtulayım. Yeter ki uyandığımda "lanet olsun yine mi sabah oldu" demiyim de "ohh, yeni bir gün, o la la!" diyebileyim.
Çok şey mi istiyorum?

23 Şubat 2010 Salı

Bütün işlerim gitti aksi

Hani eskiden şöyle bir geyik vardı; dolmuştasınız veya otobüstesiniz mesela, herifin teki arkadan dayandı, rahatsız oldunuz, ittirdiniz, kaktırdınız, biraz öteye gider misiniz dediniz, adam da pişmiş kelle gibi sırıtarak "çok rahatsız oluyorsan taksiye bin" dedi. Bu ve türevi nedenlerle bu cümleye maruz kalmamış kimse olduğunu pek sanmıyorum. İşte buradaki taksiye bin lafının paraya kıyıyorsan veya rahatına düşkünsen taksiye bin anlamına geldiğini çok iyi biliyoruz. Lakin, bence artık devir değişti, e tabii kuşburnu da değişti. Taksiye binmek benim için dolmuşta tacize uğramaktan farksız.

Taksi üstüne para verip yaşadığımız bir eziyet bu şehirde. Başka hangi şehirde kişiler taksiye binmeden önce tedirgin oluyorlardır acaba? Hele hele kısa mesafe gideceklerse, veya gecenin bir vakti tek başına bir kadın olarak taksiye binmek zorundalarsa, veya bozuk paraları yoksa.. Oysa, ben taksiyi geçici bir süreliğine kiraladığım bir otomobil olarak görüyorum. Ama hayır, taksici öyle görmüyor. Beni, onun mülkünü işgal etmiş bir işgalci sanıyor. Üstelik bozuk param yoksa hazırlıksız bir işgalciyim. Yakın mesafe gideceksem beleşçi bir işgalciyim. Yalnızsam ve geceyse potansiyel ahlaksız bir işgalciyim. Üzerimde otorite sahibi o. Neden? Çünkü onu ben tercih ettim, onca taksi arasından onu durdurdum. Seçtim (güya). Ve artık ne derse itaat etmek zorundayım. O ne dinlemek isterse onu dinlemek zorundayız birlikte. Hem de onun istediği ses seviyesinde. Zaten ben gece tek başıma bindiysem o taksiye, alemcilik akıyor olduğundan suratımdan, hemen tekno bir şarkı çalar radyoda, benim de hoşuma gider bu elbet. Benim o saatte lanet bir iş organizasyonundan veya kötü geçmiş bir arkadaş toplantısından çıkmış olma olasılığım, başımın ağrıyor olması olasılığı falan hiç yoktur. E, alnımda yazıyor işte alemci diye, var mı daha ötesi?

Özetle, sevmiyorum taksileri de taksicileri de. Bir taksiciyle kavga etmek, laubali bir tavırda konuşmak yapmak istediğim son şey olmasına rağmen aksi bir hallerini yakaladığım anda tüm taksicilere olan nefretimi o anda denk geldiğim taksiciden çıkartmayı da görev biliyorum. Pişman oluyor muyum? Hayır. Sadece bir gün o taksilerden birinin kapısını sert vurayım derken kırıcam ve iş büyüyecek diye endişe ediyorum. O da her zaman değil, zaman zaman..

22 Şubat 2010 Pazartesi

Eksik Şarkı

"çal felek,günüm senin
al geçir bildiğin gibi
bezdirmedi hayat beni
oysa yarı iletkenim biraz içim dışımda
sonra bir kalp buldum benimkini ona koydum
yorulmadım düşünce tutmaktan,ama sarılmadım
(canıma yettikçe)

bir şekilde bu aşkı içimde halledemiyorum
seninle başladım,elimden gelmiyor bitiremiyorum
sözlerim bitince,gözlerinde tütünce
bildiğimiz o dilde bülbüllere dönüyorum."

Düne dair bir not, unutkan hafızam unutmasın diye..

Kariyer Bitiren - artık herşey tiyatro

Yeni bir trend var artık sanat camiasında. Kendini sanatçı addeden bir takım insanlar ne yapsalar tiyatro, ne yapsalar performans olduğu yanılsamasıyla sanat kariyerlerini - bence - bitiriyorlar. Klasik tiyatrodan nefret ederim, en son hangi oyunu izlediğimi hatırlamıyorum bile. Eş dost hatrına gittiğim - genellikle onlar oynuyor diye - oyunlarda bile devlet tiyatroları ve benzeri oyunlardakiler kadar olmasa da daraldığım ve bitse de gitsek moduna girdiğim oluyor. Genelde de bizim gruptan birilerinin izlediği veya gerçekten merak ettiğim gösterilere gitmeyi tercih ediyorum. Ara sıra denk geldiğim bu yeni trend gösterilerde oyuna girmeden önce bir tek atılıyor, bir kadeh şarap kişilerin entelliğine entellik katıyor, bir şişe bira serseri ruhlara serserilik, enerji katıyor. Böylece oyuna relax giriyorlar, belki iyi olmayan bir oyunu çok güzelmiş gibi izleyebiliyorlar. Bu trende sıcak bakmıyorum, geri kafalılıktan muhtemelen. Olsun, içen içsin, bana ne..

Dün akşam bir davetiye sayesinde furuş arkadaşımla bir bilinmeze yol almadan önce, biraz da hazırlık olsun diye garajın sitesinden okuduğum tanıtım yazısında aynen şöyle yazıyordu:

“Ben, seyirciye performans içerisindeki yerlerini hatırlatmaya çalışıyorum ki bir kararsızlık ya da tutarsızlık anı oluşsun; böylelikle sonrasında bir kendiliğinden olma hali gerçekleşebilsin... Ama bu seyirciden faydalandığım ya da onları kendi malzemem olarak kullandığım anlamına gelmiyor. Çünkü bu aslında onlar için.”

Gösterinin kendisi, performansın “geçiciliğini” ayrı terminolojiler bağlamında ele alan iki farklı performansın kesişme noktasında duruyor.
“İlk performans – sahnedeki bölüm – var olan bir görsel sanat konseptinin teatral bir içeriğe aktarılmasına dayanıyor.
İkinci performans seyirciler içinde gerçekleşir.

Kariyer bitiren adındaki bu performans - ama ne hikmetse garajın etkinliklerinde tiyatro kategorisinde yer alıyor, dedim ya artık herşey tiyatro diye - nazarımda bir adet buluş üzerine şekillenmiş, cana gelmiş bir olay olmuştur. O da nedir? Verelim dumanı, üstüne projeksiyondan video yansıtalım, perdeye gerek olmadan, havada canlansın, insanlar sahnede gibi görünsün, izleyen "ahanda, adam cana geldi" desin, hayalet gibi olsun, bir görünsün bir görünmesin, aslında hayat da bir yansıma gibi felsefi şeyler düşündürtsün... Ha, kötü mü? Yoo, değil, buluş dahiyane bile denebilir. İlk karşılaştığımda "oo, helal olsun, nerden gelmiş akıllarına?" bile dedim. (Muhtemelen önceden yapılmış örnekleri vardır, ilk bu yönetmenin aklına geldiğini sanmıyorum. Geldiyse de helal olsun, akıllı ablaymış.) Ama sadece bununla bir performans olmamış. Bu kadar dahiyane bir buluşun arkası gelmemiş. Aynı şarkının provasını - ki ben Sakin'i tanımayan bir insan olarak, solisti İTÜ ve benzeri üniversitelerin amatör müzik gruplarından birinin solisti sandım - bir saat boyunca bana neden izletiyorsun? Bana ne hissettirmeye çalıştın? Beni neden dumanında boğdun bu uğurda? Solist neden soyundu? Ona neden mus çorap giydirdin? Neden yere yatırdın, ayakkabılarını izlettirdin? Solist dışındakileri neden çok da doğru dürüst göstermedin? Neden bu eksik şarkı? Neden Sakin?
 
Ve şu meşhur hiç bir sona benzemeyen sonu. Heralde o son olmasa İstiklal caddesinde yürürken kemirdiğim elmanın çöpünü çöpe attığıma bin pişman olurdum. Grup merdivenlerden düşeceğiz korkusuyla fener tutularak içeri alınmadan önce, ablanın sahneye çıkıp perdeyi hışımla devirmesi, sert hareketlerle mikrofonu düzeltmesi falan nedendi? Ya da ben neden herşeyin bir nedeni olmasını bekliyorum? Sakin'i canlı izlemek iyiydi elbet, tanımıyor olsam da, konser havası uyuzluğumu birazcık aldı benden. Ama o seyirci kisvesi altında takılan pembe takım elbiseli çocuk, topuklu ayakkabılı ve dik yakalı paltolu kadın, mavi elbiseli ve topuklu ayakkabılı adam, pijamamsı eşofman altı ve tişörtle gelen ve arkamızda oturan çocuk, prova boyunca kafasını sallayarak izleyen kadın, içeri girerken enstrümanı (çello muydu neydi bilmiyorum, koca bir kutu) içeri almayan görevliyle kavga eden kadın, hepsi Sakin kanlı canlı içeri girince tezahürat yaptılar, sahne önüne koşup, şarkıyla hiç de uyumlu olmayan danslar ettiler. Yaklaşık 20 kişi sahnede, 20 kişi de koltuklardaydı. Bir an sadece bize oynuyor herkes hissine bile kapıldık. Sonra o pijamalı çocuk soliste "ipneeee, in ulan sahneden, ipneeeee!" diye bağırınca hiç de kaale almadık. Apar topar dışarı attılar çocuğu, beş dakika sonra tintin geri döndü, gitti sahne önünde o da gereksiz dans olayına katıldı. Ve bis.. Neyse, ben bilmiyor olsam da bilinen bir şarkı söyledikleri için yanımdaki furuş sevindi, eşlik etti, bir an sahneye koşacak sandım, koşmadı. Yok be ne koşması, biz ağırsikletler oturuyorduk olduğumuz yerde. Bende bir bitse de gitsek heyecanı, klasik. Ve son, ama gerçek son, müthiş son, bir saat sonunda performans bitti, biz de o saniye mekanı terk eyledik.
 
Ha, çok mu kötüydü yani? Yoo, değildi, ilginç bir deneyimdi. Üstelik bu vesileyle;
-Furuş arkadaşımla Taksim'e çıkmış olduk.
-Ben Sakin dinlemeye başladım, grooveshark sağolsun, hala sarmadı ya zorluyorum.
-Canlı canlı davul izledim, hiç hesapta yokken.
-Canlı canlı - iki şarkı da olsa - müzik dinlemiş oldum.
-Pazar gecesi Taksim'e çıkmak ne demekmiş onu hatırlamış oldum.
 
Ben, seyirciye performans içerisindeki yerlerini hatırlatmaya çalışıyorum ki bir kararsızlık ya da tutarsızlık anı oluşsun; böylelikle sonrasında bir kendiliğinden olma hali gerçekleşebilsin... Ama bu seyirciden faydalandığım ya da onları kendi malzemem olarak kullandığım anlamına gelmiyor. Çünkü bu aslında onlar için.”

Ablanın bize performans içerisindeki yerimi nasıl hatırlattığını, bendeki kararsızlık ve tutarsızlık anlarından ne umduğunu hala bilemiyorum. Beni paranoyak yaptı, bunu biliyorum, insanlara olan güvenimi kaybettim. Beni malzeme yaptı mı? Benden faydalandı mı? Belki faydalansa daha iyi olurdu. Oyuncu seyircileri sahneye çıkartmak kolay elbet, beni yerimden kaldırıp dansa neden kaldıramadı? Ki ben dans etme delisi bir insanım. Belki grup seçimi yanlıştı. Daha bilinen - tamam tamam ben bilmiyorum diye kimse bilmiyor sanıyorum Sakin'i evet - bir grupla daha farklı bir sonuç elde edilebilirdi sanki.
 
Ama yine de tüm o neden sorularıma cevap bulamazdım. İyi bir bir saat geçirmiş olurdum, hepsi bu..

19 Şubat 2010 Cuma

Öylesine bir yazı

Spor yapan kadınlara has bir özgüven midir bu, yoksa kadınlara has bir özgüven midir bilmiyorum ama spor öncesinde ve sonrasında uğrak yerim olan giyinme odalarının (bence adları soyunma odası olarak değişmeli) durumu benim için ziyadesiyle vahim. Normalde çok utangaç bir insan değilimdir - tamam çocukken çok utangaçtım, öpüşme sahnesi görsem televizyonda bakamazdım veya yanımda bir teyze memesini açıp çocuk emzirmeye başlasa kaçardım ortamdan- ama yine bu giyinme/soyunma odalarında utanç içersinde kalıyorum. Kendi çıplaklığımdan değil elbette, başkalarının çıplaklığından. Ben zaten ilk eşofman tişört giyme işini minimum çıplak kalacak şekilde dolapların orda ortalama 17 saniyede halletsem de duş sonrası üst giyinme kısmı için kesinlikle kabinleri kullanıyorum. (Bu mekanda iki adet kabin olduğunu da not olarak bir kenara yazsın okur kardeşim, ileride lazım olabilir.) Duştan çıktığımda benim gibi duştan çıkmış kadınların adeta evindeki yatak odasında giyiniyormuş rahatlığında olması beni nedense şaşırtıyor. Ha bu arada spor yapan insanlar hiç de öyle tahayyül edildiği gibi gayet fit, fındık totolu, taş gibi hatunlar veya adamlar değiller. Gayet totolu, göbekli, bıngıl kollu, sarkık memeli insanlar onlar. Tamam, bir iki tane azimli sportif beden de yok değil aramızda ama göze pek çarpmıyorlar, netekim inceler!
Neyse, ne diyordum, duş sonrası giyinme; dünkü manzarayı az biraz kafanızda yaratmaya çalışayım, bir teyze düşünün, memeleri kocaman ve sarkık ve beyaz ve pembe. Of, yazarken bile utandım kendimden. Neyse, bu teyze sırtında küçük bir havlu, sadece omuz başları görünmeyecek şekilde dımdızlak dolanıyor ortalıkta. Yaklaşık 15 dakika. Nereden mi biliyorum? Ben sporumu bitirdim, duşa girerken yanlışlıkla teyzenin üstüne yürüdüm, çünkü onun dolabını kendi dolabım sanmışım, meğer benimki bir arka sokaktaki ama aynı yerdeki dolapmış. Teyzeyi spor sonrası gördüm, sauna sonrası gördüm (evet, spordan sonra saunaya girmezsem kendime gelemiyorum şekerim, o cehennem azabı harika geliyor), kabine gittim giyindim geldim, yine gördüm. Ne hikmetse sürekli de önünden geçiyorum. Dün akşamki yazgım o teyzeydi sanki. Neyse ki kabusuma girmedi.
Bu sadece bir örnek tabii ki, genel ortalama böyle. Herkes donunu falan ortada giyiyor, ben de röntgenci değilim elbet ama at gözlüğü de takmıyorum neticede. Farkedip kafamı çevirene kadar olan oluyor, resimler bu bitçik hafızaya yükleniyor, bir süre sonra da geri dönüşüm kutusuna atılıyor (neyse ki).

Biraz muhafazakar mıyım acaba diyorum kendime. Ama sanmıyorum ya, sonuçta ortam var ortam var. Of, aklıma gelmişken, o teyzeler o havluları her taraflarına dokunduruyorlar (bunun için başka bir fiil kullanmıştım ama sonradan sildim), acaba o havlular kaç derecede yıkanıyor, evden havlu mu götürsem emin olmak için gibi düşünceler sarıyor beynimi. Sonra minderlere terli terli yatan onlarca kişinin ardından o mindere yatmak falan. Ya ben titiz bir insan değildim, ne oldu bana? Herşey batıyor bu salonda. Neyse, alışırım, görmezden gelirim, takarım bir at gözlüğü otururum.

Bu arada dün kartlarımızı kart dosyalarından alırken bir kadın yanımıza geldi. Aramızda şöyle bir diyalog geçti/geçmiş.

Kadın: Görevli misiniz? (kadın bunu sevgilime söylüyor, ben bana söylüyor sanıyorum)
Ben: İyiyiz, siz.
Kadın: Siz görevli misiniz? (bunu da bana soruyor)
Ben: Sağolun, teşekkürler.

Sevgili: Görevli sandı bizi.
Ben: Niye hatrımızı sordu?
Sevgili: Görevli misiniz dedi.
Ben: Aaa, ben de nasılsınız diye duydum, seni tanıyan biri sandım.

Böyle de leylayım, açlıktan beyne kan pompalanmıyor, kulakların delikleri kapandı, mide zaten gurul gurul :)

18 Şubat 2010 Perşembe

"sanma unutulur kalp ağrısı zamanla"

Herşeyi unutarak yaşanır sanma..
Ben yaşayabiliyorum sanırım. Bitçik kadar bir hafızam olduğu için dün ağlama nedenlerimi beş gün sonra unutmamam için bir neden yok. İnsanların sen o gün şöyle şöyle yapmıştın tepkilerine de genellikle "hadi ya, ben mi öyle yapmıştım?" tepkisi vermem de boşuna değil. Nitekim hatırlamıyorum ve insanlardaki bu kin kokan hafıza da beni ürpertiyor.
Şu sıralar umursanmak istiyorum sanırım. Umursanmadığımda, es geçildiğimde kuduruyorum. Bu da bir dönemdir, geçecektir elbet. İsteksizlik yapıyor bende bol miktarda. Neyse, bu da gelir bu da geçer, neler geldi geçti bu ruhtan, bu mu kalacak?
Yazmayı o yüzden seviyorum. Mesela 2009 başından beri her güne dair bir cümle yazıyorum ajandama. Dönüp de geriye bakmak, bir tarih seçip o tarihte napmıştım diye bakmak değişik bir mutluluk veriyor bana. Oysa düşünmeye çalışsam hatırlamam mümkün değil. İşte böyle zamanlarda iyi ki de yazmışım diyorum.

Dünkü kalp ağrısı iki türlüydü aslında, hem somut, hem soyut. Somut olanı birkaç gündür sürüyor, sanki kalbimde bir kıskaç var da biri ara ara sıkıyor onu gibi. Dayanılmaz bir ağrı değil ama hissettiriyor kendisini. Diğeri de arkadaşlık ağrısıydı çoklukla. Arkadaşlık sorgulamaları ve sonuçta bir yalnızlığa varma üzüntüsü. Evet, melankolik bir tavırdı, yaşandı bitti saygısızca.

Şimdilerde karnımda bir sancı olarak devam ediyor bu ağrı. Zamanla bu da geçecek.
Benim asıl yazmak istediğim geri sayım sayacına dair birşeydi ama dün akşam bu düşünceleri ezdi geçti. Kısaca giriş yapmak gerekirse, hayatımızda bir sürü geri sayım sayacı var diyecektim. Mesainin bitmesine 4 saat 28 dakika kaldı, yazın gelmesine 3-4 ay var, bilmemkimin askerden dönmesine 90 gün kaldı, şunun doğum izninin bitmesine beş ay kaldı, şuraya gitmeye iki ay kaldı, uyumaya 5 saat kaldı, uyanmaya 4 saat kaldı, vs, vs. Aslında bizim zamanı değil de zamanın bizi yönettiği bir durum. Ve haliyle anı yaşayamama. Sürekli bir geçirme telaşı yaşama, zaman bitsin, sanki yeni gelecek zaman eskisinden müthiş olacakmış gibi. Yok öyle birşey, aldatmayalım kendimizi. Zaman bir süreklilik arzediyor ve aslında hep aynı şekilde devam ediyor. Geçip giden şey bizim içimizdeki zaman.

17 Şubat 2010 Çarşamba

son haftalarda...

  • Çokça uykum geliyor, olduğum yerde sızıp sızıp kalıyorum sık sık.
  • Az yiyorum, son üç haftada üç kilo eksik gösteriyor tartı, daha yeni başladım diyorum, kendimi kaptırmamaya çalışıyorum.
  • Spor iyi gidiyor, salon biraz kalabalık ama yine de yeterli. Pazartesi itibariyle aletli çalışmalara da başladık. Kasçı kardeşlere ben de katılacağım, az kaldı.
  • Spor salonuna dair detaylı bir yazı gelir üç vakte kadar.
  • Bu vesileyle Salı hariç her akşam bir aktivite var. Haftasonları zaten son sürat elveda diyor her daim.
  • İş desen ayrı bir terane, bitmek bilmeyen sorunlar ve yoğunluk her daim gündemde.
  • Bu koşturmacada ihmal ettiğim şeyler ve kişiler elbette oluyordur. Kusura bakmasınlar bir süre ne diyeyim.
  • Teyatral meselelere hız kazandırmam lazım çünkü vakit daralıyor.
  • Bir temizlikçi kadın bulmam lazım bir de, en acilinden.
  • Öğlen tatilinin yine sonuna geldik, üstelik bugün olağan öğlen uykumu uyuyamadım, bakalım öğleden sonra nasıl geçecek.

Sevinç

Çok yakın bir zamana kadar zor kapanan pantalonun hem önden hem arkadan bol gelmesinin sevinci ne demekmiş, unutmuşum.. Bunu hatırlatan hayat, sana teşekkür ederim..

12 Şubat 2010 Cuma

istanbul'daki tüm trafik canavarlarına



Hepiniz kendinizi yolların hakimi sanıyorsunuz değil mi? Hangi şeritte olursanız olun, diğer tüm şeritlerin hatta emniyet şeridinin dahi size ait olduğundan eminsiniz. Haliyle şerit değiştirirken sinyal vermek sizin için birşey ifade etmiyor. Kararsızsınız sonra. Hangi yoldan gideceğiniz bilmiyorsunuz, yol ayrımlarında ani kararlar verip son saniyede şerit değiştirmek hobiniz. Ne de olsa tüm şeritler sizin. Ani kararlar da dert mi yani, öyle değil mi?

Sabırsızsınız. Kırmızı ışık yeşile döner dönmez, hatta dönmeden önce döneceğini sezerek hemen kornaya asılıp selektör yakarsınız. Acele işiniz vardır ve öndekinin algısı zayıf olduğu için onu uyarmak boynunuzun borcudur. Öndeki stop mu etti, neden yaşıyor ki o hala? Bir kimse yeşil ışık yandığında 10 milisaniyeden uzun süre boyunca kalkamıyorsa zaten o sizin için ölü olmalıdır. Park etmede uzmansınız. Sizin geçtiğiniz yolda birisi park etmeye çalışıyorsa bunun için en fazla 12 milisaniye süresi vardır. Ne de olsa siz o kadar zamanda park ediyorsunuz ve bu standart bir değer. 12 milisaniyeyi geçtikten sonra - e malum aceleniz de var - inip "ver istersen ben parkedeyim" diyecek kadar da yardımseversiniz kendinizce. Karşınızdakinin bunu reddetmesi ise size yapılmış büyük bir hakaret. "Lan, kimseye iyilik yaramıyor!" diyip selektörlü uyarı sistemine geri dönersiniz.

Sıraya dizilmeyi sevmezsiniz. Aynı noktada beklemektense aynı düzlemde farklı noktalarda beklemeyi tercih edersiniz. Sıralı bir şekilde geçiş yapılacak yollarda sıra hep sizin olduğu için sağdan gelen var mı diye bakmaya tenezzül etmez, ne işi var ki onun benim sıramda diyip yolunuza devam edersiniz. O sırada aynalarınız çarpışmış, ucundan acık çizmiş de olabilirsiniz. Ama içerideki müzik o kadar yüksek ve siz yolunuza o kadar konsantresinizdir ki bunu farketmezsiniz bile. Farketseniz bile suçlu karşı taraf olduğu için hemen ezme politikasıyla hareket eder camını açtığına pişman edersiniz diğer arabayı.

Sizin için insanlar yoktur, arabalar vardır. "Ford'a bak lan, ne biçim kullanıyor, kesin kadın!", "Şu şahini bir geçeyim de ağzı burnu yamulsun." ağzınız tarafından sıklıkla tüketilme olasılığı barındıran cümlelerinizdir.

Aracınızı asla yetkili servise götürmezsiniz. Para tuzağıdır onlar, oysa sanayideki Hacı Usta on numaradır, elinden her iş geliyordur, üstelik servisin beşte biri fiyatına, kusursuz işçiliği vardır. Yetkili servise gidenler enayinin önde gidenidir. Zaten bunlar kırmızı yeşile döndükten sonra ancak otuz milisaniyede gaza basarlar.

Nitekim, yollar, caddeler, park yerleri hep sizindir. Ve sizin kalacaktır..

Not: Resim için kusura bakmayın, daha iyi birşey bulamadım, bu esprili olduğunu düşünen zımbırtı geçti elime :)

mazeretim var...

Aslında yok bir mazeretim ama fena halde asabiyet yapıyorum birkaç gündür. İnsanların bir lafları, bir bakışları, bir yorumları, bir hareketleri beni onlara kafa atacak kadar hiddetlendirmeye yetiyor da artıyor bile. Kafa atamasam da hayalimde kafa attığımı canlandırıyorum, başım ağrıyor. Ne zor birine şiddet uygulamak, uyguladığını tahayyül etmek..
Bu sinir yaptığım anlarda tek isteğim çekip gitmek. Sanki ben gidince beni sinir eden zat - ki bence hiçbiri beni sinir ettiğinin farkında değil - "tüh ya, kuşburnu nereye gitti? keşke ona öyle demeseydim, bana mı kızdı acaba? allah belamı versin ki bir daha kuşburnu'nu sinir etmeyeceğim, valla bak!" diyecek ve ağlak gözlerle beni arayacak etrafta. Olur da canım ister, bir gün geri dönerim, beni gördüğüne çok sevinecek, özür üstüne özür dileyecek, ben de ruh halim iyiyse "tamam" diyeceğim, "affettim seni.. "

Heheee.. Yazarken bile komiğime gitti.. Tehlikeli oyunlar gibi oldu bu. Gerçekleşse daha da süper olurdu tabii :)

Şu hayatta yanlış bulduğum ve düzeltemediğim şeyler beni delirtiyor. Bir yanlış anlama var diyelim ki, ya da birisi yapmaması gereken birşey yaptı. Hemen düzeltmek için çıldırıyorum. Bazen asosyal kişiliğimden ötürü, bazen basiretimin bağlanmasından, bazen imkansızlıktan bunu yapamıyorum. Ve çıldır dur sonrasında.

7 Şubat 2010 Pazar

zıbırt diye geçen haftasonu



Baktım ki furuş arkadaşım haftasonundan bahsetmiş azcık kuplecik, ben de altta kalamam, zira kıskanırım, azcık ben de bahsedeyim. Nitekim bu haftasonu tarihe geçmeyi hakediyor kanaatindeyim. Maddeliyorum furuş misali:


  • Cumartesi muhteşem kış güneşini görünce durduramadık kendimizi, aylar önce alıp da bir kere bile evin dışına çıkartmadığımız basket topumuzu da alıp, basket oynamaya gittik sevgilimlen. Güneşe ve ayaza rağmen en yamuk potada bir saate yakın basket oynadık. E tabi söz konusu ben olunca öyle saldırmalı, savunmalı maçlar yapamadık. Genel hedef yamuk da olsa potaya atmak, geçmeyen toplara da pota düzgün olsa kesin basketti o yorumu yapmaktı. Hook atışında harikalar yaratıyorum, uzmanlığımı bu atışta yapmaya karar verdim, hadin hayırlısı.

  • Sonracığıma yemelik değil de bakmalık balık alalım diye natilyusa gittik, petşop olmadığı için spor salonuna üye olup eve döndük.

  • Üç tencere yemek yaptık, tüm hafta bizi idare etsin diye, veya ilk günlerde idare etsin diye. Çoğu bitti, iki günlük yemek kaldı.

  • Dallamanın biri köprüye giriş yolunda arabanın aynasına dokundurdu, lağnn diye dayılanacak oldum ama bir baktım amca ve araba yekvücut olmuş. Meğersem amca arabaymış. Varın ebatlarını siz tahmin edin. Pıstım kaldım, yoluma devam ettim, başım önüme eğik.

  • Şu satırları yazmakta olduğum saatlerde de devam eden bir el karıncalanması yaklaşık 3 saat önce peydah oldu. Boyundan olduğunu tahmin etmekle birlikte felç mi olucam lan yoksa diye düşünmeden edemiyorum.

  • İkinci maddeyi biraz deşmek gerekirse, evet elimi bir adet broşüre götürdüm ve olaylar gelişti. Önce salonu gezdik, sonra ikna çalışmalarına maruz kaldık, sonra pazarlık yaptık, en sonunda da teklif ettiğimizin elli lira üstüne tamam dedik. Herşey birdenbire oldu diycem ama olmadı, yaklaşık bir saat sürdü tüm bu süreç. On dakika salonu gezmeye girmiştik oysa, yok yok ben hatta fiyat sormuştum da kadın gezmeden fiyat vermediği için mecbur gezmek zorunda kalmıştık. Sonuç olarak şimdi sportslu olduk, salonları doldurduk, sevinçliyiz hepimiz, yaşasın spor yapma azmimiz. Umuyorum ki devam konusunda furuş arkadaşım kadar istikrarlı ve azimli oluruz.

  • Haftasonunun son bir saatindeyim, yarın işe gitmek değil, evde mıymıy oturmak istiyorum. Haftasonları zerre iş düşünmediğimi farkettim bugün bir de. Yarın ne iş yapıcağımı sabah mesai başlayınca düşüneceğim için de berhudarım. Yoksa bahtiyar mıydım?

  • Meraklısına not; yemelik değil de bakmalık balığı umuyorum ki yarın alacağız, bu sefer de başka bir kulübe falan üye olursak şaşırma...

  • Bundan sonra spor salonu izlenimlerimi ben de yazarım, çarpıştırırız furuşcuğumlan :)

3 Şubat 2010 Çarşamba

"ben mi diktim ki bu kostümü neden giyeyim?"



Biz insanlar çok zavallı mahluklarız bence. Göz göre göre bir sürü şey yapıyoruz. Tuhaf bir algımız var. Mesela herkes bir gün öleceğini biliyor değil mi? Evet, tabii ki. Ve sayılı günü kaldığını hisseden ve bilen hasta insanlar haricinde ciddi bir çoğunluk ölüm tarihini bilmiyor. Üstelik tek ölüm şekli ecel olmadığı için bir öngörüsü bile olamıyor insanın. Ecel olsa mesela bu sağlık gidişi, bu beslenme ve bu yaşam şekliyle en az 70e kadar yaşarım diyebilirdi. Ama işten eve dönerken bir kaza kurbanı olmayacağı ne malum. Haliyle tahmin edemiyor insan.

Çoğu insan da yaşamayı seviyor, intihar sayısı çok da fazla değil neticede, bir kişi intihar ediyorsa bir milyon kişi yaşıyor ve herşeye rağmen hayatın tadını çıkartmaya çalışıyor. Yani neymiş, hayatı herkes doya doya yaşamak istiyormuş.

İşte bu noktada doya doya yaşama şekilleri devreye giriyor. Kimisi zengin olup para harcaya harcaya yaşamayı doya doya yaşamak sanıyor, kimisi azıcık aşım kaygısız başım mantığıyla mütevazi ve belki de fakir bir hayat sürüyor. Kimisi alkole vuruyor kendini, dünyevi zevkleri doruklarında yaşıyor, ömrünü uzatma çabasına girmiyor. Kimisi de geldik madem yaşayalım nasıl oluyorsa diyip, tercihlerini çok belirlemeyip hayatı akışına bırakıyor.

Sanırım çoğu insan - ben de dahil - bu sonuncuyu yapıyor. Bir hayata doğduk belli bir statüde ailemiz var. Onların yönlendirmeleri, toplumsal koşullar, durumlar, vs derken günün büyük bir zamanında aynı şeyleri yapan, benzer hayatlar yaşayan insanlar olduk. Sıkıldıkça birbirimizle buluşup hayatımızdaki sıkıntılardan bahsettik. Ama bir kere bile ara ara da olsa konuştuğumuz hayallerimiz için çabalamadık. İş dışı geçen vakitte fark yaratmaya çalıştık. Hayatımızın merkezi o olsun diye uğraştık. Sadece bize hitap eden kimsenin anlam veremediği kişisel şeylerle ilgilendik. Ama hayatımızın çok da bizi mutlu etmeyen kısmını değiştirmek için birşey yapmadık? Neden? Madem hayat her an bitebilir, neden değiştiremiyoruz? Bu kadar aciz miyiz?

Heralde böyle alıştırıldık, hayalimizi gerçekleştirmek için gereken koşulları bile düşünmedik belki. O koşulları sağlıyor olsak bile bunu yapamayacağımızı bildiğimizden olsa gerek. Çok zor olmayan şeyleri gözümüzde büyüttük hep ya da büyüttürdüler. (hemen birilerine bok atayım)

Neyse, biz derken bunu yapanları ve kendimi kastediyorum. "Hiç de bilem ben senin gibi değilim, hıh" diyorsanız haklısınızdır elbet. Lafım size değil zaten, siz süpersiniz..

Çağrım şudur ki herkes ne istiyorsa onu yapacağı bir hayatı kollasın. Zorla geçirmeyelim vaktimizi, dikenli de olsa yolları istediğimiz şey için verelim mücadelemizi.