10 Kasım 2010 Çarşamba

kaçıranlara duyrulur...

TEHLİKELİ OYUNLAR KASIM ve ARALIK'TA TEKRAR GÖSTERİMDE...
26 Kasım Cuma 20:00
27 Kasım Cumartesi 19:00
3 Aralık Cuma 20:00

4 Aralık Cumartesi 19:00
10 Aralık Cuma 20:00
11 Aralık Cumartesi 19:00


İTÜ Maçka Kampüsü İşletme Fakültesi Tiyatro Salonu
Oyun iki perde, 130 dakikadır
Tam: 20TL, Öğrenci:15TL
Rezervasyon için: info@seyyarsahne.com / 0531 696 41 09

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kelimeler

kelimeler, albayım. bazı anlamlara gelmiyor.

kelimeler albayım. hangi anlama geliyor? efendim? KELİMELER albayım. hangi anlamda kullanıyoruz onları? hangi kelimeler hikmet? sizi neden yanımda dolaştırıyorum bilmem ki? bütün kelimeler genel anlamda kelime. ne demek istiyorsun oğlum? kelimeler canım işte. mesela kelebek ne kelebeği? kelebek canım, bildiğimiz kelebek. (ellerini açtı kapadı) ha, o kelebek mi? evet, o kelebek. kelimenin aslı mı nereden geliyor? bu soruya tutunalım hiç olmazsa: evet bilmiyorum...

"Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur. Bazı arkadaşlarımız önce bu habere inanmak istememişler ve uzun süre, 'Yahu insanlık öldü mü?' diye mırıldanmaktan kendilerini alamamışlardır. Bu nedenle gazetelerinde, 'İnsanlık öldü mü?' ya da 'İnsanlık ölür mü?' biçiminde büyük başlıklar yayımlamakla yetinmişlerdir. Fakat acı haber kısa zamanda yayılmış ve gazetelere telefonlar, telgraflar yağmıştır; herkes insanlığın son durumunu öğrenmek istemiştir. Bazıları bu haberi bir kelime oyunu sanmışlarsa da, yapılan araştırmalar bu acı gerçeğin doğru olduğunu göstermiştir. Evet, insanlık artık aramızda yok."

"Bu düzmece oyun sona ermeli... Kendi benliğimizi bulmalıyız. Yol verip, yakarmaktan vazgeçmeliyiz. Rüyalarımızı gerçekleştirmeye çalışmamalıyız, gerçekleri rüya yapmalıyız. Çelişiksiz, dikensiz ve düzgün rüyalarımızı yaşamalıyız. Sözümüzün eri olmalıyız: kırılacak kafaları kırmalıyız. Bize acınmadığı için acımamalıyız."

'Savaştığım tüm cephelerde yenilseydim bir sorun yoktu albayım.Ummadığım yerlerden yardımlar aldım.Yani yine ihanete uğradım.

Hüsamettin Bey içini çekti : Sakın kimseye böyle bir oyun oynama oğlum, dedi. Onun köle olduğunu bildikten sonra ne zevk alıcaksın bu işten? Anlamıyorsunuz ki. Öyle olmadığına inandırcak beni. İnsan kolay inanır kölelere.Ben de bir zamanlar kölelik yaptım albayım: çok başarılıydım.Ücretim az geldiği için ayrılmak zorunda kaldım. Sonra da başka ekmek kapısı bulamadım.Gerçek köleleri çok iyi bilirim bu yüzden. Kimse beni kandıramaz bu konuda. Fakat , yorucu bi iştir albayım: herkes beceremez. Biraz önce saydığım gereksiz ayrıntılardan kurtulmuş gerçek bir köle bulmak, gerçek bir arkadaş bulmak kadar zordur. Tabii ben arkadaş istemiyorum , köle istiyorum albayım.

(oyuna geliyordum. oyuna gelmemeliydim bana oyun oynanmamalıydı. bütün gücümle uyanık kalmalıydım; başkalarının rüyalarını görmemeliydim.)

Mesela ben,pijama üstünü katlamayı kesinlikle bilmem.Bu soruları da Bilgeyle konuşamam ya.İnsan bir kadını severse,ona herşeyi sorar ya,neyse.

kızı üzmüyorsun ya Hikmet?

fakat oyunları unutacak albayım, yaşamak istiyorsa unutacak. sadece ağladığını ve bir zamanlar çok mutsuz olduğunu hatırlayacak.


Eşyanın sürekliliğinden çekiniyorum. Bu sürekliliğin kendisine bulaşmasından korkuyordu. Yaklaş onlara, dokunmaya çalış. Onlarla uyuşmaya çalış. Hayır, kaybolurum sonra, eşyanın içine düşerim. Bilge de onların arasında. Bilge'ye ulaşmak için, onların arasından geçmek zorundasın. Olmaz, ben yalnız Bilge'yi istiyorum. Bilge her yere kök salmış, ayıramazsın Bilge'yi onlardan-, sonra çok acı duyar. Bilge beni dinliyor. O başka. Yüzünde, ilgiye benzer birşeyler var. Senin gibi değil Bilge: Eşyayı ve seni birlikte seviyor. Fakat ben eşya gibi olamam. Eşyanın belirli kuralları var Ne zaman ne yapacağı belli Ben, istesem de, bunu beceremem. Böyle olduğumu Bilge'ye anlatsam mı? Sakın ha. Ya anlarsa? Deli misin? Eşya, seni eleverecek değil ya. Ya sorarsa? O kadar biliyorsun. Nasıl biliyorum? Biliyorsun işte: Devetabanı ne renk? Neresi? Yaprakları canım. Yeşil. Gördün mü? Sen, kaldığın yerden devam et sözlerine. Bu duraklamanın neden olduğunu anlamadı, değil mi? Duraklama bile olmadı. Sen konuş.

27 Ekim 2010 Çarşamba

hiç

Bir haftayı geçti, hakkında oturup da başladığım tek bir yazıyı bile bitiremedim. Belki bıraktığımı kabul edemedim, belki zor geldi, kim bilir.
Varsın bu yazının konusu da o olmasın.. Kaç yazar?
Bu aralar sırf zaman geçirmek için yaşıyorum zaten. Bugün bitsin, yarın olsun, yarın bitsin, tatil gelsin, tatil bitsin, haftasonu gelsin, haftasonu bitsin hafta başlasın, vs, vs... Derken derken zaten bir de bakmışım yıl bitmiş. Bir de bakmışım yaşlanmışım.. Bir de bakmışım ağırlaşmış adımlarım..
Şu anda da hissettiklerim farklı değil, gözüm saatte, gözüm takvimde... Yaptıklarımdan hoşnut olmadığımda böyle oluyor genellikle.. Yine öyle bir haller işte..

10 Ekim 2010 Pazar

Ama arkadaşlar iyidir...

Çok aman aman arkadaşı olan bir insan değilim. Her ortamda bir tanıdığım illa ki var diyebilenlerden hiçbir zaman olamam. Bu bir karakter meselesi. Kimi insan çok girişken oluyor, hemen kaynaşıyor milletle, ne zaman taksime çıksa mesela takılacak en az bir kişi muhakkak buluyor veya yeni tanıştığı bir insanla beş dakika içinde onlarca ortak arkadaş bulabiliyor. Ben öyle değilim, olamadım, otuzuma merdiven dayadığım şu günlerde de olmam ihtimal dahilinde bile değil. Ben, tanıdığım insanlarla bile konuşmaktan geri duran, birini tanıdığımdan emin olsam bile onun beni tanımadığını adım gibi bildiğim için yanına gidip konuşmayan bir insanım. Yabaniyim yabani... İşe yeni başlayan bir insana mesela uzaktan uzaktan bakarım. Asla yanına gidip şirket hakkında bilgi vermek olsun, onu yemeğe çağırmak veya ona birşeyler ısmarlamak olsun.. Böyle şeyler yapamam...
Peki ben niye böyleyim? Bence genetik. Utangaç bir anne ile kimseyi beğenmeyen bir babanın genetik alaşımıyım. Gerçi o utangaç anne her girdiği ortamda onlarca arkadaş edinen bir teyzeye dönüştü artık. Baba aynı baba ama.. Kim bilir ben de yaşlanınca girişimci ruhumla engeller aşar, muhabbet ortamlarının vazgeçilmez ismi olurum. Ama orta vadede böyle birşey olması ihtimal dahilinde bilem değil... Ahanda buraya yazıyorum..

28 Eylül 2010 Salı

istersen dağlar dağlar...

Bu şarkının adı isyankar mıydı? Niyeyse öyle kalmış aklımda, bu bağlamda isyanlarımı yazmak istiyorum. Bugün itibariyle hayata ve genel olarak herşeye karşı kaşlarım çatık.

  • Tam sekiz yıl 3 aydır hemen her haftaiçi gününde, sabah 6:30'da açıyorum gözlerimi bu dünyaya. Ve sonra başlıyor hummalı bir koşturma. Bugün ne giycem? Servis kaçacak. Acele etmeliyim. Bir gün bile oturup evde doyasıya kahvaltı yapacak bir durumum olmadı. Sonuç?
  • Üst geçitte merdiven çıkmakta olan kadınlı erkekli 7 kişilik bir grubun hepsinin elinde bir adet muz olmasını neye yormalı?
  • İşyerinde arkadaşlık diye birşey var mı? Hem de birlikte iş yaptığın insanla arkadaş olabiliyor musun? Benim neden hiçbir iş yeri arkadaşlığım daim olamadı. İşten ayrıldıktan sonra sönümlenerek bitti. Veya çok çok nadir görüşen insanlar haline geldik. 
  • Herkese aşırı miktarda kıl olmak için özel bir çaba sarfetmem hiçbir zaman gerekmedi. Tuhaf değil mi?
  • Önceden planlamasını yapmadığım günleri yaşamakta bu kadar zorlanmam doğru mu? Herkes belirsiz bir gün hayali kurar (ben de dahil), gel gör ki öyle bir gün geldiğinde de ne yapacağımı bilemeyip kös kös oturan gene ben oluyorum. Belki de oturmaya ihtiyacım var da ben kendimi yanlış anlıyorum. Kim bilir.
  • Servislerde dinlenen her tür müziğe ultra mega gıcık oluyorum. Üstelik ben servise bindiğimde çalan radyonun başka birisi binince kapatılmasına da "ben adam değil miyim ulan!" diye bağırasım geliyor.
  • O aptal müzikleri dinleyince (duyunca) kendimi zehirlenmiş hissediyorum. Arınmak için ne dinlemeliyim?
  • Bu ara dinlediğim hiçbir müzik tatmin etmiyor. Yeni ama yepisyeni şarkılar dinlemek istiyorum artık. Help me..
  • Dün akşam televizyonda rastgele denk geldiğim bir film gözlerimin önünden gitmiyor. Tuhaftı.. 
  • Az bir çaba ile köşeyi dönen insanlara aşırı kılım. Biz keriz miyiz???
  • Anne-çocuk, hastalık, doğumgünü, kutlama muhabbetleri de bu ara hiç sarmıyor ne yalan söyliyim. 
  • Yazmaktan da baydım an itibariyle. Böyle durumlarda yazı işine hiç bulaşmasam, ama zehrimi nasıl akıtıcam başka türlü :(

22 Eylül 2010 Çarşamba

"sarıl desen sarılamam olmaz"

İnsanlar ne kolay gaza geliyorlar, ne kolay inanıyorlar. Gösterilen tam da yapmak istediği etkiyi ne de hızlı yapıyor. Ben özellikle bunu vurguluyorum ki sen de buna inan diyen internet haberciliğine tav olan insanlar, azıcık kafanızı kullansanız keşke..
Tamam, ben de aşırı şüpheciyim artık, belki bu kadarı da fazla ama benim böyle olmamın sebebi de var elbette. Duyduklarımız, sonradan öğrendiklerimiz, bize gösterilenle aslında gerçekleşen arasındaki dağlar kadar fark... Gel de paranoyak olma. Gel de komplo teorileri yürütüp durma..

Hep bölünmek istiyoruz. Bizden olmayan varolmasın istiyoruz. Kafamızdaki kalıpları yıkamıyoruz. Doğru bildiklerimizden asla ödün vermiyoruz. Kendimizden o kadar eminiz ve doğru hayatı bizim yaşadığımız konusunda o kadar ısrarcıyız ki diğer hayatları kabul etmediğimiz gibi çoğu zaman kendi hayatlarımıza tehdit addediyoruz onları. Bu bir içgüdüsel varolma çabası mı tek başına? Bilemiyorum.

Hayat güzel, herkes bu hayatta payına düşeni yaşamak istiyor, eyvallah.. Peki ya diğerleri?

21 Eylül 2010 Salı

time

  • Bir haftadan uzun süredir yazmadığım için konu bütünlüğü olan bir yazı yerine madde madde bir yazı yazasım oldu. Tüm maddeler aynı konuyla ilgili olursa lütfen kimse bana kızmasın.
  • Eylül ayı geldi, hatta neredeyse bitti. Eylül demek, okulların açılması demek, havanın serinlemesi, insanların şehre geri dönmesi, nüfusun kalabalıklaşması, trafiğin artması demek. Benim içime su serpen bir ay olmakla beraber melankolik ruh hallerine de sokar beni Eylül ayı.
  • İnsan yaşlandıkça daha erken uyanıyor sanırım. İlk defa bir cumartesi günü 7 buçukta açtım gözümü. Üstelik uykumu da almıştım. Böyle olunca haftasonu da dolu dolu geçiyor, gün ölmüyor.
  • Değişikliklere kolay adapte olabilen bir cins var mı merak ediyorum.
  • Yorum olarak gelen spamleri blogspot temizliyormuş, bu onun temizlemedikleri spam değil mi demek. Misal, Almanya'dan Sevgi, gerçek misin sen? Eğer gerçeksen sevinmeli miyim namım Almanyalara ulaştı diye yoksa ben zaten biliyordum yurtdışından da okunduğumu diye kasılmalı mıyım? (yok be nerden bilcem, baktığım mı var)
  • Olumsuz bir insan olarak olumsuz insanlara uyuz oluyorum ve onlara baktıkça olumsuz olmamanın ne derece önemli olduğunu bir kez daha hatırlıyorum. Olumlu ol, olumlu ol diye kendime bağırıyorum.
  • Öğlen teneffüsümde işten bahsetmekten nefret ediyorum, burda blog yazarken tepeme dikilenleri de ışın kılıcıyla dürtmek istiyorum.
  • Apartmanımızın giriş katında ikamet etmekte olan ve sık sık balkonda görünen beyaz kediciğe bir gün dokunabilecek olma ihtimali beni benden alıyor. Bakışlarını, kuyruğunu oynatışını falan gözümün önünden atamıyorum. Eve girmeden önce o dairenin tüm balkonlarını röntgenleme adeti edindim, gören hırsız sanacak.
  • Sokaktaki kedileri besleyen ve her gün aynı saatte elinde poşetlerle bizim sokağa giren amcayı gören kedilerin çarpışan arabalardaki anten misali kuyruklarını havaya dikip amcayı izlemelerine bayılıyorum. Amcanın tüm çöplere kafayı uzatıp, içindeki kedileri de sofraya davet etmesine ise söyleyecek söz bulamıyorum.
  • Hrant'ı aldım, okuyorum, hakkında bir ansiklopedi yazılmış neredeyse. Yanımda taşıyamıyorum, o derece ağır. Ama güzel, tanıtıcı, eğitici, öğretici, süper bir kitap. Tavsiye ediyorum.
  • Hala yazılarıma düzenli olarak fotoğraf veya resim koyabileceğim bir site bulamamış olmanın ezikliğini yaşıyorum. Haliyle bu yazı da sırf yazı olarak kaydediliyor.

12 Eylül 2010 Pazar

bir bayramın anatomisi

Oldum olası ramazan ayını da bayramını da sevemedim. Ramazan ayını sevmeme nedenlerim bende saklı kalsın - az çok tahmin edilebilir şeyler zaten - bayramı neden sevmediğimden bahsedeyim. Bayramlarda tipik davranan bir aile bizimkisi. Nedir yani? Aile büyüklerine gidilir. Yemekler yenir, tatlılar yenir. Sonra başka aile büyüklerine gidilir. Çekirdek denebilecek kıvamda bir aile olduğumuzdan da bu merasimler çoğunlukla bir günle sınırlı kalır.
Evlendikten sonra benim için ikinci ve üçüncü gün bu ev gezmelerinin devam etmesi sözkonusu bile olmadığından bayram benim için bir gün külfet, kalan günler tatil demektir. Babaannem annemlerle yaşadığından, amcamlar da onu görmek için annemlere gittiğinden, ilk gün annemlere gidilir ve baba tarafındaki aile büyükleri görülmüş olunur. Mütemadiyen yemek yemek hadisesine fazla girmeyeceğim. Sonrasında olaylı/olaysız bir şekilde (olaylı çünkü köprü trafiği bayrama küfrettirecek derecede yoğundur her daim) anneanneme gidilir. Teyzemler de orada olduğundan ailenin anne tarafı büyükleri de aradan çıkartılmış olur. Buradaki yemek kısmına da hiç değinmesem daha iyi. Bayramın ilk günü acıkma hissiyatını unutuyorum ben şahsen.  Durmadan yiyelim modu geçerli olduğundan sesimizi çıkarmadan çatalı ağzımıza sokuyoruz. Sonuç? Göbek!

Yazacak pekçok lafım birikti, nitekim yazıya başlayalı 1,5 saat oldu, araya giren kişilerden ötürü dağıldı aklım ve de fikrim. İyisi mi kıyafetsel temizlik yapıp yollara döküleyim. Sonra devam ederim bir gün elbet!

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bayram, arefe, ve daha başka şeyler

Bugün arefe ya da arife, bunun doğrusunu hiçbir zaman öğrenemedim, artık merak da etmiyorum. Her neyse adı, bugün yarım gün, gün tam gün gerçi de biz yarısında çalışıcaz, yarısında da tatil yapıcaz. Peki bu mantıksızlık neden? Yani 4 saat çalışmak için - ki çalışan birini görürseniz bana da haber verin - 1 saat gidiş, 1 saat dönüş olmak üzere 6 saati heba etmek neden?
Aha ben mesela, gelmişim burda sabahın köründe blog yazıyorum. Misal sistem yavaşlamış sorabileceğim kimse yok, çünkü herkes yarım gün izin aldı. Yap şunu komple tatil, ne sen uğraş, ne biz uğraşalım.
Benim de parmaklarımı yorma sabah sabah :)

Neyse, bu vesileyle herkesin bayramını kutlarım. Çok şeker yemeyin, midenizi bozmayın. Favori tatlılarım bu bayram da, her bayram olduğu gibi, kadayıf, revani ve şekerpare. Hamur ve şerbetli, evet!

7 Eylül 2010 Salı

bir tatilin anatomisi

Her an ne yaptığını beyan eden bir şahsiyet olmadığım gibi gerek facebook, gerek twitter gibi sitelerden an be an ne yediğini, ne içtiğini, nerede olduğunu beyan eden insanlara da ultra mega gıcık olduğumu az buçuk belli etmişimdir. Haliyle önceki hafta tatile gittiğimi de kimsenin ruhu duymadı. Tatilimden bahsetmeyi de hiç istemezdim gel gör ki bu tatil işlerinde bloglara aşırı derecede önem verir bir insan oldum. Ekşisözlük ve googledan bulduğum blogları illa ki okuyorum bir yere gitmeden önce. İşte bu yüzden de blog yazmanın önemli, tatille ilgili geri bildirimde bulunmanın ise sonraki zamanlarda tatile gidecek insanlara faydası dokunacağından daha da önemli olduğunu düşünmekteyim.

Gelelim tatile.
Mekan: Marmaris'in Selimiye köyü
Tarih: Ağustos'un en sonu
Ulaşım: Uçak


Herşeyden önce uçakla bir yere gitmenin hızlı olduğunu kim iddia etmişse halt etmiş demek istiyorum. Özellikle de havalimanına uzak mekanlara uçakla gitmek zamansal bir fayda getirmemekte. Olsa olsa daha az popo ağrısına neden olmaktadır. 10:45'teki uçağa binmek için 8'de uyanıyorsam, indikten sonra da 2,5 saat yol gidiyor ve saat 14:30 civarı varmak istediğim noktada oluyorsam yemişim ben uçağı. Demem o ki Ege ve Güney Ege'ye uçakla gitmektense imkan varsa arabayla gitmek daha doğru, daha mantıklı. Hem aynı yerde sabitlenip kalmaz insan, hem de ulaşım çilesini dilediği şekilde çeker.

Selimiye nasıl bir yer?
Bir ucundan bir ucuna tahminen 4 km olan, minik bir köy Selimiye. Gerçek anlamıyla köy ama. Keçiler, kuzular, koyunlar, danalar, inekler, eşekler, tavuklar, horozlar, meyva ağaçları, ekmek yapan, çeşmeden su alan insanlarıyla tam anlamıyla bir köy. Ve kokusuyla tabii ki. Bir ana caddesi var, onun haricindeki her yer patika, keçiler sağolsun, ulaşım için epey çalışmışlar.

Denizi nasıl?
Deniz köyün en uzak ucunda nispeten daha güzel. Genel olarak bir göl kadar durgun ve dalgasız bir denizi var. Ama bir anda derinleşiyor ve kumsaldan giriş diye birşey yok. Hep iskele, hep iskele. Ayak değen yerler de taşlık ve deniz kestaneli. Deniz ayakkabısı şart, eğer ayağım yere değsin diyen bir yüzücü (non-yüzücü) iseniz. Şnorkel yapınca değişik şeyler görülebiliyor evet ama bir cennet de değil hani. Eh işte yani, idare eder. Birkaç kalamar, üç dört deniz anası (ki bunları denizde görmesem - en azından benim yüzme alanımda - daha mutlu olurdum) haricinde enteresan balık pek yoktu. Denizi kimi zaman çok temiz, kimi zaman pis olabiliyor. Rüzgara ve akıntıya bağlı sanırım. Açık denize minicik bir yerden açıldığı ve 3 tarafı dağ ile çevrili olduğu için deniz kolay kolay temizlenemiyor.

Yemek?
Bir tane güzel restoranı var, sardunya adında. Güzeldi mezeleri falan ama gayet kazıkçı. Bir şekilde çok popüler olmuş, çok talibi var. Ama bence bunun nedeni güzelliğinden çok rakipsiz oluşu. Bir rakibi var aurora restoran, orası da ne hikmetse bana pek çekici gelmedi.

Otel mi pansiyon mu?
Köyde epey bir otel ve pansiyon var. Köylülerin evinde bile kalınabiliyor. Biz butik otel takıntılı olduğumuz için bir butik otelde kaldık. Les terrasses de selimiye adında. Yazarken bile zorlanıyorum, gerisini siz düşünün. Oteli bir Fransız işletiyor, adı Solenne. Otelde türk ve yabancı birkaç çalışan var, hiçbiri Solenne de dahil türkçeyi doğru dürüst konuşamıyor. Hadi yabancıları anladım, türk olan ve köyde yaşayan kadının türkçesi nasıl olmuş da fransız aksanına dönmüş. Bu kısmını çözemedik. Yine de herkes iletişebilmek için canla başla çalışıyor.
Kahvaltısı çok sıradan ve kimi sabahlar bayık denecek bir hale geldi. Ekmeği adamı öldürüyor, köy ekmeği, yedikçe yiyor insan. Tereyağını sür babam sür insanın içi bayılıyor haliyle.
Akşam yemeğini orda yemek isterse kişi 14 euro daha ödüyor. Fiks bir menü çıkıyor. Fransız aşçı Solenne'nin dayısı. Sevimli bir kişi, yemekleri de güzel yapıyor, porsiyonları çok büyük, aile geleneğiymiş. Öyle dediler.
Önemli ve .oktan bir detay olacak belki ama odalardaki ve ortak kullanımdaki tuvaletlerde, yani oteldeki hiçbir tuvalette taharet musluğu yok. Ben durur muyum, hemen nedenini sordum, çünkü sadece bizim odada yok sanmıştım. Meğersem hiçbir odada yokmuş. Bunu soran ikinci müşteriymişim. İnanamadım, her gelen türk müşteri soruyordur diye düşünmüştüm, pismiş meğer bizimkiler, ölü eşşek gibi kokuyorlarmış zaten. Türk bir adam müslüman mahallesinde salyangoz satmak olarak nitelendirdi bu durumu. Bense denyoluk olarak değerlendiriyorum. İdare ettik mi ettik!
Otelin en kötü tarafı arabasızlara deniz için her gün 35 dk gidiş, 35 dk dönüş yolu bahşediyor olması. Çünkü otel tepede. Tozlu, topraklı bir yoldan güneşin alnında aşağı inip, gün batarken yukarı çıkmak, giyinip tekrar aşağı inilecekse de bunu günde 4 kere yapmak gerekiyor. Şikayet etmeden yaptık mı? Yaptık. Neden? Çünkü butik!

Önemli bir ayrıntı, köyde taksi yok. Sardunya taşıma hizmeti veriyor. Köyde taksi olmamasını ise benim aklım almıyor. Heralde herkes cintoş olduğundan arabasıyla gidiyor buraya. Bilemedik...

Sonuç?
Gidip görülebilir ama iki gün uğranıp başka diyarlara yelken açılmalı. Denizi güzel, atmosferi güzel, sakin, huzurlu bir yer. 5-6 gün çok buraya, 2 günde tadından yenmez.

1 Eylül 2010 Çarşamba

bir dönüş daha

virajlı yollardan, içimdeki bulantıdan, durmadan ağlayan, ağlamadığında bağıran bebekten, dalaman havaalanından, oraya ulaşma çabalarından, beklemelerden, bir üşüyüp bir titremeklerden, kısacası dönüşlerden nefret ettim. herkes gittiği yerde kalsa trafik de olmazdı hem! Ne tez ama!

24 Ağustos 2010 Salı

Bir doktor macerasının daha sonuna geldik


Bu fotoğrafta gördüğünüzü (ki benim fevkalade yamuk boynum ve nacizane fındık fıtıklarım oluyor bunlar) ve benzeri pek çok şeyi yorumlamak için 7 ila 12 yıl arasında eğitim alan beyaz önlük giyer insanlardan ne kadar hazzetmediğimi bir bilseniz.. Evet, tüm doktorlardan nefret ediyorum, akrabam olanlar (başta babam olmak üzere) hariç. Akraba doktor kadar büyük bir veli nimet yoktur. O her türlü nazınızı çeker, sizi diğer doktorların gereksiz böbürlenmelerinden kurtarır ve vücudunuza sıkışmış kağıt banknotları pahalı hastanelerde çıkarttırmanızı engeller. Candır bir nebze..

Diğer doktorları neden sevmiyorum peki?

Öncelikle ukala dümbeleği oldukları için. Herşeyi en iyi kendileri biliyor sanki. Örnek veriyorum;
Doktora gidilir, doktor klasik başlangıcı yapar.
- Evet, dinliyorum.
- Benim boyun fıtığım var, fakat..
- Nerden biliyorsun?
- (ebem söyledi, içimden) (malum oldu) (attım tuttu) Çünkü bundan 8 yıl kadar önce teşhis kondu, geçen sene de mr çektirdim, duruyor, gitmemiş, düzleşmiş de boynum bir güzel.
- Hm, peki, şimdi?
- Vs...

Bence onlara göre hastalar hep hastalık hastası. Yani bence adam içinden o an şöyle düşündü, boyun fıtığı modası var, her boynu ağrıyan kendini fıtık sanıyor, bu kız da saf bişeye benziyor, kesin ölçtürmeden kendine fıtık teşhisi koydu, dur ben şunu bir bozayım, lafı gediğine koyayım.

Sonracığıma bu adamlar ne kadar dinliyorum dese de aslında hiç dinlemiyor. Hep başka şeyler düşünüyor, naparım da bu hastadan çabuk kurtulurum ama bunu yaparken de onu yolarım diye bakıyor. Ve insanda doktorun acelesi var, başka hastaları kuyruk oldu, ben de ayıp ediyorum adamı sıkıcı hikayemle oyalıyorum hissiyatı yaratıyor. Oysa veriyorum muayene parasını, istersem yarım saat oyalarım. Yok ama, en uzun muayene 8 dakika sürüyor. Gelsin paralar..

Biraz meraklı bir hastaysanız ve eliniz kolunuz rahat durmamış internetten hastalığınızı araştırmışsanız aman diyim bundan doktora bahsetmeyin. İşte böyle anlarda doktorun dümbeleklik damarı kabarır. Sen benim teşhisimi sallamıyor musun lan yoksa diye size öyle bir ters bakış fırlatır ki boynunuz önünüzde ezik ezik odayı terketmek zorunda kalırsınız. (yok yok, bana böyle olmadı, bunu daha önceden deneyimlediğim için doktorun huyuna giderek sordum sorularımı)

Doktora gitmeye karar verdiğim anda bana ilaç verip geri göndereceğini, üstelik bunu yapmadan önce bana bir de MR çektirip bunaltacağını biliyordum. Ama bir anlık gaza gelip gittim. Sonuç ne mi oldu? Aldım ilaçlarımı oturdum aşağıya. Bir de sigortamın karşılamadığı yüzde 20lik 120 tl var, bir de iki günde kaybettiğim 3 saat. Ey blog, hatırlat bana, bir daha doktora gitmeyeyim. Acil bir durum olmadığı sürece internet olsun benim doktorum. Tamam mı?

Zaten doktorların benim gibi hastaları sevmediğine kanaat getirdim. Yani mesela yüksekten düşüp belini incitmiş ve tekerlekli sandalyeyle oraya gelen bir hasta ile, benim gibi "15 gündür ağrım geçmedi dohtor bey" diyen hasta doktorun gözünde aynı değil. Ben şımarık hastayım doktorun gözünde. Çünkü 15 gündür ağrım geçmemiş olmasına rağmen gayet normal hayatıma devam edebiliyorum. Tek sorunum biraz kaşınmış olmak, onun görevi de beni boş laflarıyla rahatlatmak. Oysa öbürü gözünün içine bakıyor doktor bir ilaç yazsın, bir ameliyat yapsın da adım atabilir hale gelebileyim diye. İşte bu yüzden demin de dediğim gibi acil bir durum haricinde doktora gitmek gereksiz. Hatta ve hatta kerizlik..

Bir de şu MR meselesi var değinmek istediğim. Yıllar önce çıkmış bu olayda zerre teknolojik ilerleme yok sanırım. Bir alet bu kadar mı gürültülü olur. O çıkarttığı gürültülerle benim bünyeme ışın gönderiyorsa zaten kısa olacağını umduğum ömrümden aylar eksilmiş olmalı. Zira, çıktığımda kafam o biçim ağrıyordu, boynumun ağrısından bahsetmek bile istemiyorum. Klostrofobik mezar hali de cabası. Gözlerimi kapatıp kırlarda, bayırlarda koşuyormuş hayalleri kurmuş olsam da o onbeş dakika geçmedi gitti. Buradan furuşun blogunu takip eden meşhur isviçreli bilim adamlarına sesleniyorum. Lütfen şu mr olayını daha sessiz bir hale getirin. Bir de o mezar efektinden vazgeçin artık, her canlı ölümü tadacak biliyoruz ama henüz erken değil mi bunu deneyimlemek için?

Bir doktor macerasının daha sonuna geldik. Uzun bir süre tekrarlanmaması dileğiyle kuşburnu sağlıklı günler diler..

17 Ağustos 2010 Salı

Mental Sickness

Çözemiyorum, çözülemiyorum, kendimi kendimden sıyırıp atamıyorum. Basit bir sabah depresyonu değildi bu, bir hayli mental sickness belirtisi vardı. Kim bilebilir ne olduğunu? Neden olduğunu ya da?
Yaşamayı sevmek cesur olmanın bir sonucu bence. Hayatına dair kararlar alıp ne pahasına olursa olsun onları uygulamak değil mi cesur olmak. Mesela her sabah sıkıldım işe gitmekten diye kalkmak değil de, bu sabah işe gitmeyeceğim, bundan sonra da gitmeyeceğim diyebilmek. Buna sevinebilmek, içinde acaba yanlış mı yapıyorum şüphesinden zerre olmaması. Verdiğin kararın arkasında durabilmek. Sana gerizekalı enayi gözüyle bakanlara gülümseyip geçebilmek. Umursamamak kimseyi, sadece kendini, sadece kendi mental sicknessını. Geri gelmeyecek birşey çünkü o, gitti mi dönüşü yok.
Peki ben ne bekliyorum acaba? Cesaret iksiri mi içmeliyim? Bu memnuniyetsizlikle nereye kadar? Konuşmak dahi istemiyorum, bana soru sorulmasını ise hiç istemiyorum. Tüm sorulara "sanane!" cevabını yapıştırasım var. Kaldıramıyorum.
Budur ruh halim, bunal(d)ım...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

yemek tarifi

Bir sürü abudik gubidik site var yemek tarifi veren.. Yok yok hepsine abudik demiyim, güzel sitelerin hakkını yemiyim. Ama bazen öyle tarifler oluyor ki, biri yazmış (kim olduğu muallak) herkes kopyala pastala yapmış kendi sitesinde. Oysa her yemek ayrı bir deneyim, deneye deneye siteye koysalar daha şahane olmaz mı? Ben de yaptığım uzun araştırmalar sonucu uzman.tv den izlediğim bir beğendi, annemle telefonda konuşarak aldığım bir hünkar (hünkarbeğendinin et kısmının nazarımdaki karşılığı) tarifinin deneyimimle bezenmiş halini tarifleyeceğim ki burda da bulunsun.

Şimdik hünkarbeğendi dediğimiz muhteşem ötesi, her genç kızın rüyası yemek iki parçadan oluşuyor. Beğendi ve hünkar. Beğendi için gereken patlıcan, un, tereyağ (bu meretin girdiği herşey olağanüstü leziz olmak zorunda mı?), süt, el çırpıcısı, kol kası, ocak.

Ben 5 patlıcandan iki posta yaptım, çok insan gelecek diye. Ama 5 patlıcandan 5-6 kişilik beğendi çıkıyor. Önce ocağı mahvetmek pahasına da olsa patlıcanlar közleniyor. Közlemeden önceki en kritik operasyon patlıcanlara bıçakla bir takım çizikler atmak. Ben her patlıcana ortalama 15 çizik atmışımdır. Çizince şahane közleniyor, içindeki su fırt diye akıyor, ocak iyice batıyor, harika bir olay! Ama çizmeyince patlıcan şişiyor da şişiyor ve bir türlü pişmiyor. Sonra çizmeyi unuttuğun patlıcanı bir çiziyorsun foşşşşş, rahatlıyor patlıcan resmen.

Patlıcanları kabukları yumuşayıp içleri çekilinceye kadar közledikten sonra, el değme sıcaklığına gelinceye kadar bekletiyoruz. Limonlu suydu, normal suda yıkamaydı falan.. Böyle şeylere hiç gerek yok. Patlıcanları cırt cırt soyup, kafasını koparttıktan sonra çatalla iyice eziyoruz. Püskül püskül ayırmak gerekiyor ki topaklanmasın. Sonracığıma, sıcaktan kızgınlığı tavana fırlamış bir tencerede (ben çelik tencere kullandım) bir çorba kaşığı kadar (ama dolu dolu) tereyağını el çırpıcısıyla çırpa çırpa eritiyoruz. Eridikten sonra iki çorba kaşığı un atıyoruz ve kol kasına sığınıp koldan geldiğince hızlı karıştırıyoruz. Yağ az olursa veya karıştırma işini ağırdan alırsanız top top unlu yağınız olur, çöpe döküp yeniden başlamanız gerekir. Hayır, ben yaptım ordan biliyorum. Hızlı hızlı karıştıra karıştıra (kısık ateşte) un pembeleşene kadar yoruluyoruz. Pembe diye bir renk hiç olmuyor ama halk arasında böyle bir inanış olduğu için pembe yazdım. Yoksa, ben yaptığımda mesela koyu sarı falan oldu en fazla. Unu çok yakmak da iyi değilmiş, bilginize. Neyse, sonracığıma bir bardak kadar sütü azar azar bu karışıma ekliyoruz. Ekler eklemez cossss olacak. Herşey topaklaşacak, şaşırmayın. Karıştırdıkça güzelleşecek. Yaşasın kol kası.. Tüm sütü ekledikten sonra kıvama gelecek ve bu görüntü beşamel sos görüntüsüne benzeyen bir görüntü olacak. Eğer olmadıysa bir yerde bir yanlış yaptınız demektir. Bu noktada işi gücü bırakıp, nerede nerede nerede.. ben nerede yanılış yaptım adlı muhteşem şarkıyı söylemeye başlayabilirsiniz. Beşamel sos hazırlandıktan sonra ocağın altını kapatmadan çatalla iğdiş ettiğimiz köz patlıcanları da karışıma katıp, sosu yedirip, ocağı kapatıyoruz. Beğendimiz hazır, oley!

Gelelim et kısmına. Ben dana kuşbaşı aldım ama kuzu ya da koyun daha iyi oluyormuş, yumuşacık. Etleri lönk diye tencereye atıyoruz, ara ara karıştırıyoruz, suyunu önce veriyor, sonra çekiyor (epey uzun sürüyor bu işlem). Suyunu çektikten sonra 1 soğanı incecik doğrayıp, biraz da zeytinyağı ekleyip ete ekliyoruz. Karıştırıp soğanları öldürüyoruz. Ve ardından bir tane domates ekliyoruz minik minik doğranmışından. Soğan da domates de öldükten sonra birazcık (ama az baya) kaynar su ekleyip ağzını kapatıyoruz. Ara ara kontrol edip suyu azaldıkça su ekliyoruz. Derken bir de bakıyoruz ki tadına, pişmiş.. Eğer pişmemişse camı açıp kedi çağırıyor, pişmemiş eti kediye atıyoruz, karnını doyuruyoruz. Et de ziyan olmuyor.
Budur. Servis yaparken de önce beğendiyi, üstüne eti koyup servis yapıyoruz. Afiyetle yiyoruz, afiyetle yenmesini izliyoruz.

O kadar yemek yaptım, bir gıdım fotoğraf çekmedim. Böyle uzun yazı, fotoğrafsız kalakaldı. Kısmet başka sefere..

Ramadan the mobarek!

Ramazan geldi hoşgeldi, çalsın davullar, patlasın toplar, güm güm güm.. Benim için tek güzel yanı fırından çıkan sıcak pide olan ramazanla bağlantım az çok aşikar. Herkesin inancı, mantığı kendine, bana göre de saatlerce aç kalıp, gecenin bir körü yemek yiyip yatmak, sonra sabaha karşı yemek yiyip tekrar yatmak ve gün boyu susuz kalmak pek mantıklı değil. Sabah erkenden kalkıp servise binen insanların ofisteki halleri de her ramazan'da olduğu gibi bu sene de perişanlık. Sabah gelir gelmez masada 15 dakika kestirmek, öğlen tatili boyunca uyumak, toplantı esnasında kapanan gözler, yavaşlayan algılar, ağırlaşan hareketler, konuşmama, hareket etmeme, suratsızlık.. Amaç yemek yemeden normal hayatı devam ettirmek değil mi bu işte? Sahura kalkıp, iftara kadar uyuyan adamın orucuyla, sahura kalkıp iftara kadar yük taşıyan adamın orucu bir mi? Ölçü değeri ne tabii, o da ayrı bir tartışma konusu..

Benim için oruç mesela bir ay boyunca küfretmemek olabilir veya sinirlenmemek. Ya da para harcamamak mesela. Ya da tatlı yememek olabilir. Ama dışarıda 50 derece sıcak varken susuz kalmak manalı bir oruç olmaz bana. Peki, oruç tutup kan şekeri düştüğü için sinir katsayısı yükselen, etrafına bağırıp çağıran insanlar hangi kategoride değerlendiriliyor? Bir kere iftara on dakika kala bir otobüse binmiştim, adam iftara yetişmek için maslaktan taksime 9 dakikada gitmişti. Hiçbir durakta durmamıştı, benim açımdan sevaba girmişti, ama durakta saf saf bekleyen insanlardan beddua almıştır şüphesiz. Üstelik otobüse binebilenleri de çabuk çabuk geçin diye azarlıyordu. Bu arkadaş hangi kategoride peki?

Peki ya bayramlar, daha bir ay var ve tatilden yeni dönmüş olacağımız için herhangi bir şehirdışı programımız yok fakat şimdiden gözümde büyümekte bayram meselesi. Gereksiz aile muhabbetleri, koşturmaca, trafik, kalabalık,vs.. Evden çıkmamak en muhteşemi..

8 Ağustos 2010 Pazar

bu sıcakların bir anlamı olmalı...

Benim kedi sevmeyen kendini sever iddiam tartışıladursun, dün yaptığım yüzlerce googlelamanın arasında şöyle bir iddia okudum: "hünkarbeğendi ve pilav yapamayan aşçıyım diyemez."
Neyi googleladığımı tahmin etmek zor değil. Evet, hünkarbeğendi.. Aslında sadece beğendi kısmıydı aradığım, hünkarını bu sabah yapacaktım ama yekvücut olduğu için bu yemek, böyle aramak işime geldi. Neticede hünkarbeğendiyi de, pilavı da yaptım, peki aşçı oldum mu? Bence olamadım, netekim pilav lapamsı oldu. Hünkarbeğendime laf yok. Yani umarım laf olmaz, zaten birkaç saat içinde alıcam cevabımı oturucam aşağı.

Yemek yapmak zor zanaat üstadım. Süreci pazar noktasından başlatırsak hele, anneyle empati kurmak kaçınılmaz. Kollar uzaya uzaya, burundan ter aka aka (üstü kapalı pazar ısıyı hapseder, harika bir şekilde terlemenizi sağlar) parmaklar acıya acıya alışveriş tamamlanır.Hatırlıyorum da annem pazardan eve geldiğinde benim içindeki "oley eve yeni meyvalar geldi, önce hangisinden başlasam acaba?" heyecanına karşılık annemin yüzünden düşen bin parça olurdu. Hiç anlamazdım annemin sevincimi neden paylaşmadığını. Bu son perşembe anladım.

Misafir geleceği günler evde bir anda oluşuveren onlarca çeşit yemeğin aslında gayet vakit alan işler olduğunu, eğil, kalk, kes, rendele, karıştır, çırp, dök, tat operasyonunun defalarca tekrarlandığını da yeni anlamış bulunuyorum. Bu bilgi de vatana millete hayırlı uğurlu olsun.

6 Ağustos 2010 Cuma

iddia ediyorum

hayvan sevmeyen insan sevmez.. kedi sevmeyen kendini sever.. bir kedinin kıçına tekmeyi yemesinden zerre etkilenmeyen insana söyleyecek lafım bile yok..

20 Temmuz 2010 Salı

10-11-12 Temmuz Kaş Dalışı

Çok yapasım yoktu ama yarın öbür gün, hani zaman da hızlı akıyor malum, dönüp bulmakta zorlanırım, hiç değilse burda da dursun diye, son dalışın günlüğünü buraya da yapıştırıyorum. Böyle de uzun cümle olmaz olsun..

10 Temmuz:

Gün ağarmadan başlayan yolculuk 14:00’da Otel Kayahan’ın önünde sona eriyor. Kerim Hoca bizi kapıda karşılıyor. Diğer arkadaşlar da bir saat önce gelmişler, hızlıca hazırlanıp bizim otelin kapısında buluşuyoruz. İstikamet Apollo…

Çoğumuzun son dalışından itibaren epey bir zaman geçtiği için malzeme hazırlama pratiğimizi yitirmişiz. Her aşamada Kerim hocadan onay alıyoruz, “oldu mu hocam böyle?”, “bu böyle iyi mi?”, “hocam şunu açar mısınız?” sözleri etrafta dolanıyor. Tekne ekibinin bakışlarına rağmen hiç gocunmadan malzemelerimizi hazırlamayı tamamlıyoruz. İlk dalış için badiler (böyle yazılmadığını biliyorum ama okunduğu gibi yazmak hoşuma gidiyor) Banu – Duygu, Feyza – ben. Kaş’tan fazla uzak olmayan bir yerdeyiz, adı Neptün. Yarım saat süren bir alışma dalışı oluyor. Buhar olan maskem imkan verdikçe etrafıma bakmaya çalışıyorum ama badim de dahil pek bir şey göremiyorum. Çıyanları gösteriyor Kerim hoca, dikkat diyor, dokunmayın. Birkaç kere dipte diz çöküyoruz, shorty ile dalanların bacakları çiziliyor, bundan sonraki dalışlarda uzun giymeye karar veriyorlar. Genelde dipte seyreden ilk dalışımız sona eriyor. Biz çıkıyoruz, Kerim hoca ayheyt ile eğitim dalışı yapacağı için suda kalıyor. Ayheyt eğitim dalışını başarıyla tamamlayınca onlar da çıkıyor ve Kaş’a dönüyoruz. Akşam yemeği sonrası uykusuzluğa dayanamayanlar otele uyumaya giderken, uykusuzluk emaresi vermeyenler soluğu Queen barda alıyor. Biz sabah 10’a 10 kala Apollo’da buluşmak üzere iyi geceler diliyoruz.

11 Temmuz:

10’da Apollo hareket ediyor. Malzemelerimizi hazırlayıp yukarı çıkıyoruz. Diğer dalış ekibi konuşurken duyuyorum, kanyona gidiyoruz diyorlar. Oysa Kerim hoca kanyona Pazartesi dalacağız demişti. Kerim hocayı sıkıştırıyoruz, nereye gidiyoruz diyoruz. Güzel bir yer diyor. Ser veriyor sır vermiyor. İçimizde bir şüphe giyinip, kuşanıp suya atlıyoruz. Dünkü ekipten farklı olarak bugün Gülçin de aramızda. Badiler aynı, Gülçin Kerim hocanın badisi oluyor. Akıntı var, diğerlerini beklerken ipe tutunmak bile yoruyor. Herkes atladıktan sonra akıntının tersine geri geri yüzüyoruz. İnişe geçmeden önce Kerim hoca açıklıyor: “Şimdi dalacağımız yer kanyon”. Bu açıklaması tepki topluyor önce. Sonra; “Teknedekiler sizin için malzeme bile hazırlayamıyorlar, kanyona dalamaz bunlar dediler. Ben de onlar malzeme de hazırlar, kanyona da dalar dedim.” diyor Kerim hoca. Bir miktar heyecan yaşıyor ekip ama yine de güzelce iniyoruz. İlk dakikalarda sığdayız, 6-7 metreyi geçmeden gidiyoruz. Su berrak. Maskem dünkü kadar olmasa da yine buhar yapıyor. Biraz gittikten sonra sağda bir batığın demir parçalarını görüyoruz, asıl batık daha derinde olduğu için ona kadar gidemiyoruz. Tam o ara Kerim hoca bir balık gösteriyor, hocanın arkasında olmama rağmen bakıyorum, bakıyorum göremiyorum. Ve başımı sağa çevirdiğimde kanyonu görüyorum, karanlık gibi. Kanyon boyunca biraz alçalıyoruz, çok değil. En dipte iki dalgıç görüyorum, biri fenerli, dipler daha karanlık heralde. Etrafıma bakmaktan önümdekileri kaybediyorum. Aşağısı çok kalabalık, ne tarafa gittiklerini anlamak için bir kayaya tutunup etrafıma bakıyorum. Arkamda bizim ekipten iki kişi daha var. İlerlediler sanırım, çıkışa geçiyoruz. Biraz sonra hocanın zili duyuluyor, sese gidiyoruz. Çıkış zamanı. Tekneden biraz uzağa çıkıyoruz, tekneye doğru akıntı yönünde yüzüp sudan çıkıyoruz. Kerim hoca ve ayheyt yine eğitim dalışı yapıyorlar. Ardından öğlen yemeği için Kaş’a gidiyoruz.

Yemekten sonra saat 15:00’te yine Apollo’dayız. Malzemelerimizi hazırlayıp gideceğimiz yeri soruyoruz. Birkaç yıl önce batırılan uçak batığına gidiyormuşuz. Dalış öncesi Kerim hoca maskeme operasyon yapıyor, bakalım nasıl olacak? Duygu - Banu, ayheyt– ben, Feyza – Kerim hoca badi. Kerim hoca dipte buluşuruz diyor. İnip bekliyoruz. Denizin dibi burada kum. Her hareketimiz bir kum fırtınası yaratıyor. Birkaç dakika sonra maskemde zerre buhar olmamasına rağmen sadece yanımdakini görebiliyorum. Kerim hocayı veya bir başkasını görmek imkansız. Yine zil çalıyor, en arkadayız. Yüzerliğimi başlarda ayarlayamıyorum, bu fırtınanın sebebi ben miyim yoksa? Sonrası daha rahat, ilerliyoruz. Bir ara hoca Feyza ile yukarı çıkıyor, siz şu ipe tutunun bekleyin diyor. Biz dördümüz uslu uslu bekliyoruz. Bir okey olsa da oynasak diyoruz. Birbirimize kaç bar havamız kaldığını soruyoruz. Sualtında muhabbetin tadı bir başka. Sonra hoca geliyor. Yola devam. Bir iki ufak kum fırtınası daha yaşıyoruz ve o sisler bulvarından bir beyazlık çıkıyor. Ve uçak karşımızda! Pervaneleri her an çalışacakmış gibi geliyor bana. Gövdesiyle kanadı arasındaki boşluktan geçiyoruz. Uçağın kapısı yerde, hoca uçağın içine giriyor. Yok artık diyorum, biz de mi gireceğiz? Duygu ve Banu giriyorlar, sonra ben giriyorum, ardımdan ayheyt. İçeri girince sağda ayakta duran bir adam görüyorum. Bir an korkuyorum, meğer Kerim hocaymış, bilet kesiyormuş. Uçağın içi küçük, lavabo gibi bir şeyler görüyorum. Biraz klostrofobik bir ortam, bir an önce çıkmak istiyorum. Hoca çıkıyor, ben peşinden. Çıkarken bir an kapıda bir şey beni tutuyor (kaptanın hayaleti), bir asılıyorum, kurtuluyorum. Sonradan Duygu’dan öğreniyorum, ahtapotun kolu takılmış, az daha asılsam kopacakmış, elinde yedek regülatör o da peşimden çıkmış. Neyse ki kopmadı. Bu dalışı da badiresiz atlatıyoruz derken badi sadakati Duygu ve Banu’yu yüzeye gönderiyor. Kerim hoca peşlerinden. Biz dipte talimat beklerken zil çalıyor, yükseliyoruz. Bir dalışın daha sonu. Apollo Kaş’a dönüyor.

12 Temmuz:

İlk dalışımız Kovanlı adası diye bir yerde. Adada bal kovanları olduğu için bu adı almış. Küçük bir ada, etrafında kaya parçaları var. Hoca dalış öncesi rotamızı gösteriyor kitaptan. Kaplumbağa görme olasılığımız var diyor. Atlıyoruz. Bugün bizimle birlikte Özgür de dalıyor. Hocayla badi oluyorlar. Bu sefer su berrak, net görünüyor her yer. Aşağı iniyoruz, herkes indikten sonra hocayı ikililer halinde takip ediyoruz. Bir sürü balık ve onlarca deniz yıldızı var. Trompet sürüsü geçiyor yanımızdan. Selamlaşıyoruz. Bir deniz yıldızıyla tokalaşıyorum. Ama hiç kaplumbağa göremiyorum. Kahvaltının hemen üstüne olan bu dalışlar ufak tefek midesel sorunlara neden oluyor. Bundan sonra az yiyelim diyoruz ama zaten bu son gündüz dalışı.

Kaş’a dönüyoruz. Öğlen yemeğini nispeten hafif yiyip günün ikinci dalışı için malzeme hazırlıyoruz. Dalış noktamız Fener. Burada da kaplumbağa olabilir diyor Kerim Hoca. Yine rotamızı gösteriyor. Rotayı bilmek nispeten rahatlatıyor. Her ne kadar su altı navigasyon eğitimi almamış olsam da az biraz yön duygusu geliştirebiliyorum. Kaplumbağa için son şansım olduğunu bildiğimden sürekli kaplumbağa arıyor gözlerim. Çıkmamıza yakın hoca gelin gelin işareti yapıyor. Badiyi bırakıp hızlıca hocanın yanına gidiyorum. Eminim kaplumbağa gördü. Evet, görüyorum, kaplumbağa kolları bunlar, regülatöre “oley” diye bağırıyorum. İyice göreyim diye yaklaştığımda bunun bir vatoz olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorum. Vatoz da güzel tabii ama bende bir hayal kırıklığı da olmuyor değil. Uçuyor sanki vatoz, hani kuş olacakmış da denize düşmüş gibi. Çok güzel. Ama bir de kaplumbağa görsek fena mı olurdu? Kaplumbağa göremeden dalışı tamamlıyoruz. Neredeyse 0 hava ile çıkıyorum bu sefer. Ya uzun kaldık, ya çok debelendim. Evet, sonradan öğreniyorum ki öncekilerden 10 dakika fazla kalmışız. Ondan olsa gerek. Son dalış, balıklarla vedalaşıp tekneye çıkıyoruz.

maddeleyesim geldi

  • Çeşitli dönemleri oluyor hayatımın, acaba herkese mi oluyor? Bir dönem mesela kimse bulaşmıyor bana, hiç telefonum çalmıyor, kimse hal hatır sormuyor, insan ilişkilerim neredeyse sıfırlanıyor. Başka bir dönem ise tanımadığım insanlarla bile yakın muhabbetlere girebiliyorum, birileri beni arıyor, soruyor, davet ediyor, ben davet ediyorum, birlikte güzel zaman geçiriyoruz. Kim belirliyor bu dönemleri acaba?
  • Kadınlardaki kaynanalık geni genetik olarak anneden kızına mı transfer oluyor acaba? Kaynana ile kayınvalide arasındaki ince çizgide seyreden, kaynana değil kayınvalideyim diyen kaynanalar kendilerine hangi olguya dayanarak bunu münasip görüyorlar merak ediyorum. Kaynanalık defterinin birinci maddesi geline asla ve kat'a yardım etmemek midir? Bu defter nerdedir, maddeleri kim belirlemektedir? Sanırım kaynana - ay aman kayınvalide yani - olunca öğrenebileceğim bunu ancak.
  • Zaman ne kadar hızlı geçiyor? Zamanın hızlı geçmesi ne demek sizce? Yani her gün 24 saat ise nasıl olur da zaman hızlı geçiyor gibi bir kavram olabilir? Askerdeki birinin zaman akışıyla benimki bir midir? Zaman meşgale bulunca mı çabuk geçer? Tatillerde malak gibi yatsan bile zaman geçmiyor mu? Hem de en bir hızlısından. Dünya para bayılınan o tatil zıbırt diye bitmiyor mu?
  • Anne sevgisi nasıl birşeydir? Şu sıralar annemi bir başka seviyor oluşumun nedeni nedir?
  • Peki ya her gece rüyamda bir bebek seviyor oluşumun nedeni? Aman diyim..
  • Sorular sorular sorular, bozulmasın aralar..
  • Merak ne güzel bir duygu di mi? Merakın arka fonunda bir canlılık, bir enerji yok mu sizce de? Gözlerde bir pırıltı oluşturmuyor mu mesela? Evet evet, evet diyin, katılın bana, herkes onaylasın beni..
  • Spor salonundaki sosyallik sosyallik midir? Önce spor yapıp ardından teras partisinde göbecik atmak, tüm biraları içmek falan, ne cins bir sosyalliğe tekabül ediyor?
  • Spor iyi birşey evet, haftada üç gün gitmeli, gitmeyeni takip edip gıcık etmeli. O kadar para verdin, bir kere bile gitmiyorsun, rezil seni diye vicdan azabı çektirmeli. O paraları spor salonlarına yar ettirmemeli.
  • Bir yolculuğun kıyısından döndüm, üzüldüm de sevindim de. Garip hisler içersindeyim, merak ettiklerim yanıtsız kalacak, başka bahara inşallah..

14 Temmuz 2010 Çarşamba

uçmanın en kıl yolu

Kuşburnu dalaman havaalanından bildiriyor. 21:10 kalkış saatli uçağım önce 45, ardından 85 ve an itibariyle de 95 dk. rötar yapmış durumda. En başından 95 olduğu belli değilmişcesine böyle alıştıra alıştıra bildirmek tam pegasusluk bir davranış.
Uçak gecikmeleri havaalanındaki kazıkçı işletmelere yarıyor. Beklerken tıkınmayı seven yurdum insanı bir dandirik çaya gözü kapalı 5 tl bayılabiliyor, ekonomi her daim kazanıyor.
Teknoloji sponsorum ayheyte teşekkürlerimle..

9 Temmuz 2010 Cuma

Neden?

Bir süredir yazacak konu bulamıyorum, neden?
Bir süredir insanlara öfke duyup duruyorum, neden?
Bir süredir yaptığım işi sevmiyorum, neden?
Bir süredir her daim uyukluyorum, neden?
Bir süredir kendimi duraklama döneminde gibi hissediyorum, neden?
Ansiklopedisizlikten!

27 Haziran 2010 Pazar

Sensei Kafede Kahvaltı Başkadır

Her ikeaya gittiğimizde bir cafe açacak olsam şundan şundan alırım, ne de güzel dizerim, zevkli zevkli döşerim hayallerine gark olup eve dönüyorum. Dün de aynısı oldu ve ertesi sabah bir işletmeymişizcesine kahvaltı hazırlayasım oldu. Balkon gibisi var mı şu hayatta? Sorarım herkese.. Balkonsuz evlere dünya para isteyen ev sahipleri.. Yıkılın karşımdan uleynn..

24 Haziran 2010 Perşembe

Sıkıntı ve muz kabuğu

  • Sorunlardan bıktığım için ve birlikte iş yaptığım insanlara zerre güvenim kalmadığı için bu iş ortamından ve yaptığım işten fena halde sıkılmış durumdayım. Bunun deniz tatiline muhtaç bünyemle ne derece ilgisi olduğunu ise ancak tatile gidip döndükten sonra anlayabileceğim. Bunun için de hayli zaman geçmesi gerekiyor, ne acı.
  • Parmaklarım ısırmaktan ve kanırtmaktan lime lime oldu. Dinlediğim şarkıya bağıra bağıra eşlik etme arzusuyla yanıp tutuşurken neden kabul edilirken hata alan faturalar veya yanlış çıkan ödeme listelerinin stresiyle boğuşuyorum. Bir anlasam.
  • Yazın ortasında yağan yağmurla soğuyan hava.. Isınmanı çok istemiyorum ama en azından bir parça güneş göster şu yanan gözlerime. Belki yaşam umudu olur, yaşama sevinci doldurur bünyeme.
  • Öğlen tatilini hakkını vere vere kullanan insanlara çok özeniyorum. Öğlen tatili benim için hızlıca yemek yenip tekrar masaya dönülen bir saatlik bir ara. O arada bazen yazı yazıyorum, bazen iş yapıyorum, bazen uyuyorum. Ama öyle insanlar var ki 12de masasından kalkıp 1de geri dönmeyi başarıyorlar. Hakkını veriyorlar yani, haksız mıyım?
  • Halisunasyonlar görüyorum. Balkonda bana bakan birisini gördüm misal. Sonra bir takım hayvanlar görüyorum, yürüyorlar. Ve en sonunda bu sabah ses duymaya da başladım. Birisi kısık sesle adımı fısıldadı. Servisteydim, sabahtı, iki kere seslendi biri bana. Seslenme olasılığı olan arkamda oturan tek kişiye baktığımda ise uyumakta olduğunu gördüm. Zihnimin oynadığı oyunlara teslim olayım mı, direneyim mi bilmiyorum. Tek bildiğim günlerdir bir rüyada yaşıyor gibi olduğum.
  • Duman'ın ah adlı şarkısını dinlemeyi seviyorum şu sıralar. Hele ki o girişi..

17 Haziran 2010 Perşembe

yaza yazı

  • Şirkette oturduğum yerden duyduğum yüksek sesli telefon konuşmalarını söz yapıp, bu konuşmaların bende bıraktığı asabiyeti ilham kaynağı belirleyip her birine bir türkü bestelemeye başladım. İçimdeki arabesk türkücü gün yüzüne çıktı, unkapanı yollarına düşmeme ramak kaldı.
  • Düğün mevsiminin açıldığını her gün evimizin az ötesinde patlayan havai fişeklerden öğreniyorum. Geçen sene bugünlerde ne yapıyorduk diye açıp baktığımda ise paketleme işleriyle meşgul olduğumu, odamla vedalaşma seromonilerine gark olduğumu görüyorum.
  • İş hayatında kimsenin yüzüne bağırıp çağırmayı, kavga etmeyi sevmediğimden sürekli kendi kendine kavga eden bir insana dönüştüm. Etrafımdakiler de öğrendi artık, ne derece asabi olduğumu. Oysa kavga edebilsem, yüzüne konuşabilsem kızdığım kişinin belki herşey çok daha kolay olacak. Ama kavga ederken hiç olmayacağım şekilde çirkefleştiğim için - bir de ağlamaya başlıyorum - şahsi kanaatim böylesinin benim için daha iyi olduğu yönünde.
  • Evde yalnız kaldığım geceler, salonda otururken her an içeri birisi girecekmiş korkusunun ana kaynağını fena halde merak etmekteyim. Bunun için benimle birlikte çocukluğuma inmek isteyen olursa gelsin, bir inip bakalım.
  • Mojitodaki nane yapraklarını maydanoz sanan, salondaki masanın örtüsünü gönlünce değiştiren, ıvır zıvır dolabını büyük bir heyecanla düzenleyen, masamdaki yırtık peçeteye sevgi notu iliştiren anneme iyi yolculuklar diliyorum ve seviyorum her daim.
  • Bugün yaptığım Güneşli - Acıbadem yolculuğu sonucu (18:30- 19:45) anadolu yakasında oturup güneşlide çalışan aklıselimlere sabır dilemiyor, bir an önce evlerini bakırköy civarına taşımalarını öneriyorum. Ben böyle bir ömür törpüsü trafik görmedim. İstanbul'daki her trafik sıkışıklığı ile kesişen başka bir güzergah var mı acaba?
  • Müşteri miyiz, işi yapan mıyız konusu netleşmediği sürece müşterisi olduğumuz grup şirketi tarafından yönetilmeye boyun eğmek zorunda kaldığımız için şirketimizin tüm üst düzey yöneticilerine beceriksizlik ve iş bilmezlik madalyası verilmesini öneriyorum. Her ay ödediğimiz milyarlarca lirayı da mümkünse benim hesabıma transfer etsinler.Etsinler ki onları affedeyim!
  • Hava sıcaklığı - boğaz kuruluğu - su tüketimi - tuvalet ihtiyacı döngüsüne ancak mevsim değişikliği son verecek, bunu biliyorum. Kendime ve tüm bol su tüketirlere sabırlar diliyorum.

  • 1991-1998 yılları arasında belli seneler dersimize giren pek muhterem İngiliz hocamız David Mcmanaman 10 Haziran'da vefat etmiş. Sebebini bilmiyorum, uzun bir zamandır aklıma bile gelmiyor olmasına rağmen ölümüne fena halde üzüldüm. RIP yazmış sınıf arkadaşlarım facebookta.. Öyle olsun, rahmet yağsın..

10 Haziran 2010 Perşembe

herşeyi bildiren insan

Ben bu olaya artık acayip uyuz olmaya başladım. Bu olay ne mi? Herşeyi bildirme olayı. Gerçek olaydan alıyorum mesela, kişi tatile gitmiştir, ama ne hikmetse facebooktan da çıkmaz, zırt pırt facebooka ileti koyar. sırasıyla:
1.4 gün tatil dedik Antalya'da bile yağmur!!!!çook şanslıyız çooook:((((
2.Karşımda sonsuz deniz,elimde içkim...huzur bu olsa gerek
3.Beyaz ten ne zor bisey!!!bronzlasamazsin, biraz yansan soyulursun bı de üstüne acı cekersin!!!kirmizi oldummmmm
4.tatilde sarhoş sarhoş unutulmaz izleyen manyak insan kimmm?evet evet benimmmm

Ben, facebook kullanma özürlü de olabilirim elbet ama ne zaman facebook'a login olsam ilk açılan sayfada değişen iletileri görüyorum. Bana ne sen tatildeysen, bana ne alkolün dibine vurduysan, bana ne tatilde bile dizilerden geri durmuyorsan.. Ama hata bendedir kesin, okumamam gerekiyor bunları ki sinirlenmeyeyim. Nasıl olacak peki bu? Yine kapatacağız feysbuku.

Ben zaten orada sanırım sadece fotoğraf bakıyorum. Lise ve üniversiteden pek görüşmediğim arkadaşlarımın evlilik ve doğum haberlerini alıyor, zamanın insanları ne derece etkilediğine dair tespitler yapıyorum. Uzun zamandır, bir insanı arattığım olmadı. Veya listemdeki insanlara insanlık namına bir hal hatır mesajı da göndermiş değilim. Başkaları gibi çilek ekip, öküz altında buzağı da barındıramıyorum.

Kısaca facebook benim için bir röntgen mütehassıslığı gibi. Buna da ziyadesiyle uyuz olmaktayım. Günde 3-4 defa girip 3er dakika kaldığım bu siteyle münasebetimin bu derecede kalması beni kıl etmekte. Eee.. napalım yani? Ne bileyim, düşünün işte birşeyler..

8 Haziran 2010 Salı

yağmurunuz bol olsun!

Uyuyan insanı uyandıran insan.. Evet, sabahları alarmdan sonra sevmediğim ikinci varlık.. Belli ki serviste yokum, belli ki fosur fosur uyuyorum, uyandırsan da belli ki servise yetişemeyeceğim, ne diye arıyorsun beni? Neden bir saat fazladan uyumama göz yummuyorsun da beni bir telaş bu yağmurda arabayla işe gitmek zorunda bırakıyorsun. Görmeden araba kullanma talimi yaptırıyorsun, kafamdan sular boşanırcasına, önüm, arkam, sağım, solum, ebe, sobe modunda.

İnsan doğayı dışladıkça doğa insanın dibinde bitiyor. Doğayı umursamadıkça biz, tokatını patlatıyor ensemizde. Bu kadar normal bir olayı, altı üstü yağmuru, bu kadar anormal karşılamak da neyin nesi? Bir kereciğine de olsa bıraksak kendimizi, tedbirimizi, varlığımızı.. Teslim olsak doğaya, atsak şemsiyelerimizi, çıkarsak yağmurluklarımızı, donumuza kadar ıslansak. Bunu yapmayınca bile zaten ıslanmıyor muyuz? Bu çaba neden?
Neden onu düşman belliyoruz? Of, çok yağdı, bitse artık diye neden söyleniyoruz? Neden meteor.gov.tr yağmur bitiş saati tahmininde bulunuyor? Biter bitmez yapılacak çok önemli işler mi var?
Eskiden beri yazın ortasında gelen kışa bir sempati duyarım. Evde şortla otururken, bacakların ürpermesini, bir koşu uzun eşofman altı bulup onu giymeyi, hatta abartıp üstüme bir de hırka almayı. Sonra sıcak birşeyler içmeyi, bir anda yazı unutmayı, kabanlı günlere geri dönmeyi. Tuhaf bir haz veriyor bana bu yaz dönemi kışı. Neden bilmiyorum, beklenmeyen bir misafirin zili çalması gibi. Ama gelişi sevindiren bir misafirin..

1 Haziran 2010 Salı

Kısa bir aradan sonra tekrar buradayım..

  • Camı açınca evin içi çiçek kokuyor, börtü böcek doluyor, ısınıyor.. Demek ki diyorum bahar gelmiş, yaz gelmiş, kışlıklara yol görünmüş. İlk fırsatta dolabı düzeltmeli, askılıları, kısa kolluları meydana çıkarmalı.
  • Servisteki uyku dakikalarımın kaydedilmesini ve sonrasında bana izlettirilmesini talep ediyorum. Ne yamukluklar, ne sesler eşliğinde uyuduğumu bilmek en doğal hakkım diye düşünüyorum.
  • Boyun fıtığı sporsuzluğu fırsat bilerek hemen günışığına çıktı. Boynumda müthiş bir ağrı, başımı sağa sola eğmelerim acı vermeye başladı.
  • Aylar sonra yeniden evimde temizlikçi var, kendisini yıllar önce rehin almıştık bir sebepten, ama şu an onun ben olduğumu bilmeden evimi temizliyor. Fotoğraflardan tanıyacak muhtemelen. Haydi hayırlısı..
  • İki gün üstüste, neredeyse sadece eşe, dosta ve aileye oynadım. Duyurusuzluğun gözü kör olsun. Ana yüreği (sırf annem değil, anne olmuş herkes) çıplak ayaklarıma takıldı. Oysa bilmiyorlar ki ben çıplak ayaklarımla ne kadar mutluyum. Çorapla, ayakkabıyla, terlikle, botla, sandaletle ne kadar mutsuzum..
  • Bazı günler işyerinde fena halde şarkı söyleme isteğiyle dolup taşıyorum. Hatta bazen düşük sesle de olsa söylüyorum. Keşke diyorum bir oda olsa, böyle stüdyo gibi, oraya girsem bağıra bağıra şarkı söylesem, sonra çıksam. Şarkı söylemek bana enerji veriyor. Stüdyo demişken, her öğlen davul çalışabileceğim bir yerde çalışmak ne derece ütopik biri bana bunun cevabını versin.
  • Şimdiye kadar kimseye Barcelona fotoğraflarımı göstermek zorunda kalmadığım için çok mutluyum. Kimsenin sormaması, görmek istememesi için dua ediyorum. Gezdikten sonra o yerin fotoğraflarını göstermek çok saçma geliyor. Ben gittim, süperdi, sen gidemedin, nihohaha dercesine. Herşey yaşandı, bitti ve orada kaldı bence. Tekrar tekrar anlatmak, fotoğraflarla ispatlamaya çalışmak çok turistvari hareketler. Üstünden zaman geçtikten sonra belki ben de Barcelona üzerine vaaz vermeye başlarım, kim bilir. Ama şu an orası benim için bir güzel anılar diyarı, öyle de kalsın.
  • Vavien'i birkaç gün önce izlememe rağmen hala aklıma gelen sahnelerine gülüyorum, ne garip. Ne güzel filmmiş, ne çok akılda kalıcı sözü varmış. Nasıl? Nasıl? Nasıl? Nasıl? Nasıl? bunlardan en sevdiğim..
  • Pikniğe gidelim mi?
  • Gidelim ama gölgelik bir yeri de olsun, ağaçları bol olsun, sonra çimde çıplak ayak futbol maçı yapalım. Yuvarlanalım, çok acıkalım, ekmek arası etleri lüpletelim, üstüne bir maç daha yapalım. Çığlık çığlığa bağıralım. Yenelim, yenilmeyelim, timsah yürüyüşü yapalım.
  • Sinirlenen insan görünce sokakta - dün gördüm mesela bir tane - acayip korkuyorum. Büzüşüyorum resmen. Sesi öyle çıkan insan şiddete de meyli varsa karşısındakine neler yapmaz ki diyorum, ciddi ciddi ürküyorum. Sakinlik iksiri olsa keşke, kime bir damla ekelesem sakinleşse. Anında..
  • Nispeten sakin bir hafta, ama yine uykusuzum, hep uykusuzum..

28 Mayıs 2010 Cuma

Büyük gün

Ege'de oynadım gerçi, ondan önce seyircili prova da yaptım ama hiçbir şey kendi salonunda oynayacak olmanın heyecanına benzemiyor. Sıfırlanmış gibiyim, iki gündür bir karın ağrısı. Bir heyecan..
Bu akşam ve yarın akşam 8de itü maçka işletme fakültesi tiyatro salonunda,beklerim..

14 Mayıs 2010 Cuma

Energizer

Şimdi aldım elime bişeyi, evire çevire bakıyorum, neresi olmamış, neresi sünmüş, neresini nasıl düzeltebilirim diye. İçimde elimde evirip çevirebileceğim birşey olmasının huzuru.. Tuhaf bir enerji hissediyorum. Bu gençler, ah bu gençler.. Ne de enerjikler. Hiç yorulmuyorlar sanki, onların yanında on yaş daha yaşlıyım sanki. Oysa genç sanıyorum ben kendimi, genç, dinamik. Ama şimdi hakkımı yemeyelim, onlar her sabah 6da kalkmıyorlar, akşam 5e kadar bilgisayar başında kafa patlatmıyorlar, gece 1de yatmıyorlar. Enerjik olmaları, en azından benden daha enerjik olmaları normal değil mi? Olsunlar elbet, gözüm yok, aksine onların bana enerji vermeleri falan acayip hoşuma gitti. Hepsinin yanaklarını sıkmak istedim, içimdeki anne uyandı bir an, kıyamam yaaa çok küçüksün sen diyecektim neredeyse birine. Hatta kısmen dedim bile bu lafı.

Acayip bir hafta oldu bu hafta ey günlük kıvamındaki blog. Yazmıyorum diye boşladım sanma seni. Herşeyi boşladım bu ara. Az birşeyleri çok önemsiyorum. Yazın işler değişecek elbet, çimlerde sere serpe yatıp kendimi topraklamayı bekliyorum.. İlk fırsatta. Bir de bisiklete binmeyi. Ama önce izmir..

6 Mayıs 2010 Perşembe

bir varmış bir yokmuş..

hayır, masal anlatmayacağım. bir var olan bir yok olan insanın kendisiymiş..
bir insanın yokluğuna inanmak çok çok zor bir işmiş..
hele de bu insan annesiyse bir çocuğun..
hem de anneler gününe beş gün kala gitmişse..
bugün bunu duydum, dinledim, hatırladım..
acı nasıl paylaşılır bilemiyorum ama tüm yüreğimle paylaştığımı hissediyorum..

bir metrobüs macerası daha

Furuş hanımın aksine benim hiçbir metrobüs maceram huşu içerisinde geçemiyor. Saat kaçta binersem bineyim illa ki asabımı bozacak birşey görüyorum, o olmasa kulak kabarta kabarta dinleyeceğim bir diyalog veya monologun sularında yüzüyorum.
Dün de körükte duruyordum. Karşımdaki üç adamdan iki uçta olanların ikisi de telefonla konuşuyordu. Hangisinden gözümü ayırmasam karar veremedim bir türlü. Eşit derecede baktım, boş gözlerle, onlar zaten o kadar meşgullerdi ki telefonlarıyla beni görmediler bile. Böylece ben de limitsiz röntgenleme yapabildim (baba mesleği neticede). Şimdi bana göre soldaki adamın ne konuştuğu beni pek sarmadı ama telefonu bir kulağına bir ağzına götürmesi beni benden aldı. Zaten oldum olası telefonu telsiz gibi kullanan insanlara gıcık olmuşumdur. Bu amcada bir kulağına götürdü telefonu, bir ağzına yapıştırdı, sonra tekrar kulağına yapıştırdı güldü falan. Neyse, bu adamla maceram bu kadar sürdü. Ha bir de adam 20 dk boyunca telefonla konuştu, ben bindim, o benden önce indi, inerken hala telefondaydı. Helal olsun, beyin hücreleri de hakkın rahmetine kavuştu zaten bence.

Diğeri ise bir kadınla konuşuyordu. Ya imkanım olsa da adamın robot resmini çizebilsem, çok tanıdık bir suratı vardı, iyi niyetli görünen ama kurnaz bir tip. Kırmızıya yakın koyu renk, izel misali pıtırcıklı bir cilt, porselen dişler. Telefondaki hatuna facebookta birşey yapmadığını, - bu arada yaş elli civarı - sadece oyun oynadığını anlatıyordu. Bir yandan gülüyordu, böyle gülen bir adama kim inanır ya neyse..
Sonraki cümlelerinden potbori (böyle mi yazılıyordu bu?) yapıyorum:
- Yok ya, sadece oyun oynuyorum ben, valla öyle birşey yok.
- Okey oynuyorum, okeyde de puanım çok yüksek, öyle olunca da bayanlar benimle eş olmak istiyorlar, eş dediysem yani birlikte oynayalım istiyorlar, hani benim puanım yüksek ya ondan.
- Nasıl anlatayım sana, o da öyle birşey işte, bir eğlence ihtiyacı gibi.
- Onlar gerçek değil ki, ben herşeyin gerçeğini yaşıyorum seninle, neden onlara ihtiyacım olsun ki.
- Herşey çok hızlı gelişti seninle, birden oldu öyle değil mi?
vs...vs..vs...

Bu arada sanırım diğer telefonla konuşan adamla bu tanışıkmış. Diğeri giderken buna birşeyler söyledi. Bizimkisi anlamadı, çünkü malum telefonla konuşuyor, hıı dedi, sonra yine duyamadı, sonra indirdi telefonu yere, bunlar bir süre konuştular, tekrar telefonu aldı, dinlemeye devam etti. Kendime mi acıyayım, telefondaki kadına mı acıyayım, metrobüs halkına mı acıyayım yoksa hepsini bir kenara atıp bu amcaya mı acıyayım bilemedim. Ben zaten oldum olası belli bir yaşın üstündeki erkeklerin macera arayışlarını anlayamamışımdır. Hem de sanal ortamda.

Bu gereksiz anıyı da yazı geçmişime eklemekten gurur duymuyorum, saygılar..
Not: metrobüs diye fotoğraf arattım ama aradığım metrobüs fotoğrafı değil, metrobüs içi fotosuydu, içi diye arattım, bir şey bulamadım. O kalabalıkta kimse makineyi çıkartıp bir fotoğraf çekememiş demek ki. Bu yazı da fotoğrafsız bitti böylece.

3 Mayıs 2010 Pazartesi

hafta başı mağduresi

item by item ankara ve başka şeyler..
  • En güzel yanı gerçekten de İstanbul'a dönüşü bu Ankara'nın. Ne kadar güzel ve muhteşem günler geçirmiş olursan ol.
  • Ankara demek, gündüz tişört, gece bere, eldiven, atkı, bot demek, bunları bulamayınca zangır zangır titremek demek, hafif bir boğaz ağrısı demek.
  • Yüksek bir binaya ne zaman çıkarsam çıkayım deniz arıyormuş gözlerim, Ankara'da bunu tekrar farkettim.
  • Uzun yolculuğu tek başına hayal bile edemezken, kalabalık arabada ne derece keyifli olduğunu gördüm.
  • Çıplak ayak çimlere basıp maç yapmanın keyfini topun sertliğine rağmen çıkarttım, topa vurmaktan moraran ayaklarımın ne önemi var.
  • İki oyun da bir başka güzeldi odtü'de. Kıskandım, mutlu oldum, sevindim, sarıldım.
  • Kocaman nevşehir işi çömleklerimiz oldu, içine şarap koysak ne olur diye düşünmekteyim. Çömleği dolduracak kadar çok şarap almam ve çömleği yıkamam lazım, üşenirim.
  • Bu furuş insanının artık bana yazılarını edit ettirmemesini neye bağlamalıyım bilmiyorum.
  • Yine bu furuş insanının bana kötü davranmasını neye bağlamalıyım onu da bilmiyorum.
  • Ve yine bu furuş insanının getirdiği elbiseyi beğenseydim bana son kaça bırakırdı onu merak ediyorum.
  • Ve bugün çalışamıyorum, günün birbuçuk saatini çaldım, şahsi meselelerime ayırdım.
  • Şarkı kıtlığı çekiyorum, yeni şarkılara açım, türkiş, yabancıiş, vatevır..
  • Birkaç hafta stres, akabinde tatil, oh la la!

29 Nisan 2010 Perşembe

Carpe diem

Diyem diyem, carpe diyem. Bilmem ki ben ne diyem?
İşte böyle iğrenç esprilerle dolu hissediyorum kendimi bugün. Yani ne desem kimse gülmeyecek gibi. Ben de kendim gülüyorum sadece, bunu bulamayanlar da var. İnsanın kendini güldürmesi de bir meziyet neticede.
Şimdi konu başlığı anlamından bağımsız durmuyor orada. Elbette demek istediğim şeyi karşıladığı için onu seçtim. Demek ki ne istiyormuşum? Anı yaşamak. Ama ne yapıyormuşum? Hep gelecek planlarına konsantre oluyormuşum. Bunun nesi kötüymüş? Çünkü şu anı kaçırıyormuşum. Di mi? Evet. Gelecek planları yapmak da güzel ve gerekli elbet ama sürekli bir sonraki günü, bir sonraki haftayı hayal ederek mutlu olmaya çalışmak da manasız. Şu an kaçıyor arkadaşım, aha bak yine kaçtı.
Şimdi biz yarın arabayla ilk şehirlerarası yolculuğumuza çıkacağız. Birkaç gündür bunun heyecanı var bünyemde. Kısa bir yol gerçi, ankara'ya gidicez ama yine de uzun süre araba kullanacak olmak, arabada seyahat edecek olmak heyecanlandırıyor beni. Üstelik cumartesiden beri arabayı çalıştırmadık, benzin durumunu bilmiyoruz falan, ne güzel heyecanlar bunlar di mi? Evet, evet.
Netleşen tarihler insanı germesin de ne yapsın arkadaş? Bir bilinmeyene yol almak her zaman daha rahatlatıcı ve gerilimsizken, bir ölme zamanı olduğunu bilmek (deadline yani, anladın mı ey okur?) beni, şahsen bizzat beni pek geriyor. Ama ne yapıyorum? Takılmamaya çalışıyorum. Amaaannn diyorum, içimden.. Allah kahretsin.. içimden..
Hadi, yarın için bana bol şans, üstelik bugün o konuyla ilgili hiç de iyi haberler almamışken..
Esen kal sevgili okur. Her nerde uyuyor ya da uyutuluyorsan..
Bir resim koyabilseydim şu yazıma, en çok istediğim şey buydu oysa. Resim bakayım. Önce basayım, sonra bakayım. Oy.

26 Nisan 2010 Pazartesi

Bir Site

http://elvedaofis.com/
İlk müsait zamanımda inceleyip bir yolunu bulmaya çalışacağım.. Siz de bakın.

22 Nisan 2010 Perşembe

İlan

İş arıyorum. 8 yıl tecrübem var. Geliştirmecilik, testçilik, analistlik her tür işi yaptım. 8 yıl boyunca 4 farklı şirkette çalıştım. Her tür insanı tanıdım. Her tür tahammülsüzlüğü yaşadım, ya da yaşadığımı zannediyorum. Az çok olgunlaştım, az çok uzmanlaştım. Ama iş ortamını, sabah erken kalkmayı, sürekli bilgisayar başında olmayı asla sevemedim. Tek güzel yanı hesabıma düzenli yatan para.
Şimdi sıkıldım, burada daha fazla çalışmak istemiyorum. Benzeri bir iş istiyor muyum? Bilmiyorum. Topraklamak istiyorum kendimi. Bir süre ara versem, hayatıma bir finansör bulsam. Böyle yaşamak, yaşamak mıdır diyorum. Cevap veremiyorum. Cevabı ağır gelecek sorular sormamam lazım, biliyorum.

19 Nisan 2010 Pazartesi

macera dolu üsküdar

Bu şehirde bu kaos, bende bu şaşkınlık oldukça bu macera bitmez. Bir kez daha izin alıp pasaportumu alma ve vizeye başvuru yapma umuduyla sabah erkenden kalktım. 8.30'da üsküdarda olmak üzere yarım saat öncesinden arabaya atladım. Fakat mesaisi 9'da başlayan yurdum insanlarının hepsi de benimle aynı anda yollara dökülmüşlerdi. Köprüye giden yolun trafiği bizim apartmanın önünden başlıyordu. Uyanık bir insan olduğum için kestirmeden, ara yollardan gideyim dedim. Cintoş olduğumu sanan ben yüzlerce cintoşla daha beter bir trafiğe sıkıştım kaldım. Ekstra cintoşluk yapıp sağa dönmem gereken yerden dönmeyip, soldan da bir yol vardır elbet - neyime güveniyorsam - diye düşünerek sola döndüm. Uzatmiyim, şöyle söyliyim, kapının önünden başlayan trafiğe aldanmayıp normal insan yolundan gitsem maksimum 30 dakika sürecek yol 60 dakika sürdü. Yolun 40. dakikasında ben tepe natilyüsün önünden geçiyordum. Varın güzergahı siz tahmin edin. Bana kızan vahşi şöförleri, trafikte sümüklerimi çeke çeke ağladıklarımı hiç saymıyorum. Sabah siniri boşalması (bak google bunu da yanlış anlayıp her yazanı bana yönlendirme) diyip geçtim.
9'u geçe emniyetten pasaportumu aldım, fotokopi çektirdim. Sonrasında da ezik ülkemin ezik bireyi olarak vize kuyruğuna girdim. 3. leventin yayayken arabalı olduğumdan bin kat güzel geldiğini düşündüm. Çok param olunca önce bir bemeve, ardından da üçüncü leventten üç katlı bir villa alıp, o dar sokaklarda, bir aşağı, bir yukarı gezmeye, konsolosluk sırasında bekleyen kişilerin -malum sokak dar- ayaklarını ezsem ne olur gerilimini onlara tattırmaya karar verdim. 2 saate yakın süren işlemler neticesinde - tur şirketlerine delice kıl olmak, işlemlerin tek bankodan yürümesine artık alışmış olmak, kaynak yapan salakları dövmek istemek, ispanyolca konuşan görevli bana küfür mü ediyor diye düşünmek de bu işlemlere dahil - mekanı perşembe uğrayıp pasaportları almak üzere terkettik.
Şimdi bir de finansal tablo çıkartayım diyorum, bu vacation (hastayım bu kelimeye) bize kaça patlıyor diye. Ama moral bozulacak, maaşa da daha vakit var, gerek yok diye yapmıyorum. Öte yandan volkanlar patlıyor, hava trafiği felç falan, bu planlar hayal olup suya mı damlayacak diye de endişelenmiyor değilim.
Öğleden sonra home office çalışmak güzeldi. Çalmayan telefonların yerini çalan communicatorler almış olsa da evim evim güzel evim..

12 Nisan 2010 Pazartesi

temdit-i pasaport 2

Bugün bir kez daha gördüm ki devlet dairelerinin hali içler acısı. Özelleştirme bazı noktalarda çok ciddi farklar doğuracak, buna inandım ben. Nitekim, 2008'deki yazımı tekrar bir okudum da, 1,5 yılda hiç mi ilerleme olmaz, hiç birşey mi değişmez?
Neyse, benim asıl paylaşmak istediğim şey pasaport uzatma işlemini nasıl daha verimli hale getirebilirler meselesi. Naçizane önerilerim var, durum tespitleri ve akabinde önerilerle dolacak olan bu yazıyı görecek bir devlet dairesi mensubunu hayal etmekteyim. Haydin hayırlısı. Maddeleyelim efenim furuş misali..
  • Pasaport uzatma veya çıkartmak, her ne ise yapılacak işlem, bunun için internetin İsi dahi kullanılmıyor. Online başvuru diye bir sistem var, evet, ama ne hikmetse bana hiç güven vermiyor. Kaldı ki online da olsa offline da olsa oraya gidip, o kuyruğa girip, o evrakları, o parmakizlerini vermem gerekecek mi gerekmeyecek mi? Gerekecek. Önerim şu; bir kere en basitinden form online doldurulsun ve form doldurma esnasında form üzerindeki bilgilerin doğrulukları kontrol edilsin. Bir kere ben forma TC kimlik no giriyor muyum, giriyorum, bu numara benim herşeyimi ifşa edebiliyor mu? Edebiliyor. O halde ben bu numarayı girince - tüm bilgilerin otomatik dolması bir ütopya olur kabul ediyorum - ama en azından girdiğim diğer bilgilerin doğruluğu kontrol edilsin. Hatalı giriş yaptıysam beni uyarsın. Adresi boş geçemezsin, şuraya eski numaranı yazman gerekiyor falan desin. Sonra ben formu doldurup - hatasız ve muhteşem bir şekilde - gönder tuşuna bastığımda bana hangi ilçeye başvuracaksın canım desin. Ben seçeyim listeden. Seçtiğim ilçeye göre bana sorsun, ne gün gelmek istersin, salı gelmek isterim canım diyeyim, kaçta canım desin, sabah açılır açılmaz geleyim ki ordan da işe giderim diyeyim. Tamam canım desin, numaran bu, bu numarayla salı sekizbuçukta gel. Gelirken nüfus cüzdanı fotokopini, dekontunu, fotolarını unutma diye de hatırlatsın bana. Ben salı gittiğimde de - herşeyim zaten dört dörtlük olacağı için - iki dakikalık bir işlem sonucu elimdekileri alsın, bana bir numara versin, şu gün gel teslim al canım desin. Ben de öpeyim yanacıklarından. Hatta varolan iki vezneden biri internet veznesi olsun ki internet kullanımı arttırılsın, lan biz onbeşbin dakkadır beklerken bu kadın nasıl oldu da iki dakikada neşe ve huşu içerisinde mekanı terketti diye şaşkın bakanları da gaza getirsin. Ne de olsa onlar o gün işlerini tamamlayamayacak, ertesi gün daha daha erken bir saatte yola dökülecekler.
  • Bu internet meselesi çok hayali, güvenmiyoruz biz, internette hackleme olur, cart curt olur diyip varolan sistemi düzelt sen derse bana sevgili okuyucum (devlet dairesi mensubu kişidir bu) tamam derim, ona da önerim var elbet. Ben ütopyaları sevdiğim için zor olandan başladım anlatmaya. Şimdi bunun için öncelikle yeni bir maddede varolan durumu - bugün yaşadıklarımı - dökeyim yazıya.
  • Sabah 6'da kalkıp ilçe emniyete gittik. 7'ye on kala gibi kapının önünde duran polise napcaz dediğimizde pastanede bir abi olduğunu ve bir listeye adlarımızı yazacağını söyledi. O listeye göre bizi içeri alacaklarmış. Eyvallah ciğerim diyip pastaneye gittik. Abi bizi listeye yazdı, takribi 15 kişi vardı bizden önce. Oh dedik, iyi ki erken geldik. Ve 10 dakika içerisinde listeye 40 numara yazılıyordu. Oturduk poğaça ve moğaça yedik. Bir baktık abi yok. Hesabı ödeyip mekanı terkettik. Abi ve saz arkadaşları girişe yakın bir direğin orda toplaşmışlardı. 7 buçuk gibi sıra olun demiş nöbetçi. 7 buçuk gibi adlarımızı okudu abi, sıra olduk, tek sıra, askeri düzen, bu sırada bizi içeri alacakları için sıra önemliydi. Kaynak yapmaya çalışan çok oldu elbet. Hele son gelip en arkaya konuşlanan, isim bile yazdıracağından bihaber leylaları hiç saymıyorum. 8.30 gibi yaklaşık 100 kişilik kuyruk tek sıra halinde içeri girdik. Önce bir cihazdan geçtik, sonra TC numaramızla girişimizi yaptılar. Sonra koşmaya başladık. Neden koşuyorduk? Çünkü önümüzdekiler koşuyordu ve arkamızdakiler de koşarsa bizi geçip sıramızı kapabilirlerdi. Öndeki yaşlı amcayı geçmemeye özen göstererek bir güzel koştuk. Qmatik olmaya çalışan bir aletten sıra aldık. Tam ayrılıyorduk ki parmak izi için ayrı numara alınması gerektiğini öğrendik. Tamamen şans eseri edindiğimiz bu bilgi sayesinde doğru üst kata çıkıp parmak izi sırasına girdik. 5. ve 6. idik. Ama bizden öncekiler yukarı çıkmayı akıl etmedikleri için ilk biz girdik ve parmak izi işini jet hızıyla halletmiş olduk. (sevinç nidaları) Bu arada benim 2008 yazısında parmak izi verdiğimi sevgili okur zaten farketmiştir, evet tekrar verdim, vermiş miydin daha önce diye sormadılar bile. Sistemde de çıkmadı zaten. Bu sefer sordum ama, bir kere verince bir kere daha verilmiyormuş. Ben yine de fotokopi çektirip orjinalini kendime sakladım. Sonra aşağı indik, aşağıda sıra henüz başlamamıştı. Beklemeye başladık. Bir adet memurcuk vardı. Bir kişinin işini yaklaşık onbeş yirmi dakikada yapıyordu. Ne sürat ama! Biz ilk yirmideydik tabii. Bizden sonra sıra anında 130u bulmuş, sonra da tekrar başa dönmüş. Yani her numaradan iki tane var. 10 diyorlar mesela, iki tane 10 geliyor. Neyse, bu kargaşa çabuk çözüldü de fazla gerilmedik. Bir süre sonra bir başka memurcuk daha gişe açtı. 1,5 saat sonunda işimizi halledip çıktık. Toplamda 3 saat 15 dakika süren bu macera da sona ermişti. Sonucunun hayırlı olacağını - pasaportlarımızın uzatılacağını - umarak oradan ayrıldık.
  • Şimdi gelelim önerilere; orada saatlerce oturup bekliyor insanlar, o bekleme esnasında birisi gezse, milletin formunu kontrol etse, eksik gedik var mı baksa, eksik evrak var mı baksa, sonra da kontrol edilmiştir kaşesi bassa. Eksikleri tamamlamak için insanlar sıralarının gelmesini beklemese. Bir danışma kabini olsa, iş yapan garip memurcuklar hem iş yapıp hem milletin bitmek bilmeyen sorularına cevap vermekle uğraşmasa. İkiden çok gişe çalışsa, arkada gezeleyen şahıslar da bir gişeye konuşlansa. Parmak izi için ayrı numara alınması gerektiği girişte büyük puntolarla yazsa, sabah altıda kuyruğa giren kişiler için hayat daha güzel olsa. Parmak izi sırası parmak izi odasının girişinden verilse, ekrandan yapılacak işlem seçme zeka seviyesinde olmamız bizden beklenmese. Danışma olamıyorsa, tüm soruların cevaplarını içeren, adım adım pasaport çıkartma, adım adım pasaport uzatma kitapçıkları olsa, girişte tc numaramız ile kaydımızı alan amca elimize birer tane bunlardan tutuştursa.
  • Neticede yurtdışına çıkmak istemek demek eziyetlere açık olmak, parayla rezil olmak - iki yıl uzatma bedeli 304 TL, ne için??? - ezik olduğunu kabul etmek demek.
  • Pasaport kuyruklarının uzama nedeninin çipli pasaporta geçiş ve şengen vizelerinin on yıldan eski pasaportlara verilmemesi olduğuna dair duyumlarım var. Yine de algılayamıyor, algılayamıyorum. İki yıl bu eziyete katlanmayacağım için bu saat itibariyle buna katlanması gerekenlere boş başarılı şanslar diliyorum.
  • Ve bitiriyorum. Ya sabır..

çok yakında..

Bir pasaport uzatma macerası daha.. Çok yakında bu sayfada..

8 Nisan 2010 Perşembe

blog tavsiyesi

http://kurabiyole.blogspot.com/
girip bir bakın, ben pek beğendim şahsen :)

7 Nisan 2010 Çarşamba

BMW

Büyüyünce bir BMW'm olsun istiyorum. Bastı mı giden, dış görünüşüyle görenleri bir kez daha kendine bakmak zorunda bırakan. Renault, chevrolet, skoda, fiat ve benzeri markalardaki arabalara yol verdiren, elimi selektöre götürmeme bile gerek kalmadan. Kenevir kokulu ellerimle bunu buraya yazıyorum ki birgün bu isteğim gerçekleşirse aa ne istemişim yıllar önce, bak görüyor musun gerçekleşti diyebileyim.

Neyse, bu yazının sebebi dünkü şehirlerarası yolculuğumda sıklıkla benim önüme geçmek isteyen arabaların hepsinin BMW olmasıdır. Arabayı ense kökümde duyduğum an sağ sinyal verip hemen şerit değiştirdim. Ha, bu arada dün istanbul trafiğinde size dil çıkaran biri olduysa o da benimdir. Bayağı bir şöföre önce küfrettim, ardından küfrümü duymadıklarına üzülerek dil çıkardım. Sonra kendime güldüm. Bir gün kenara  çekip evire çevire dövecekler beni.

Haftaiçi gündüz vakitlerinde evde olmak güzel bir duygu di mi? Değilim evde ama dün annem bendeydi, sabah o bizdeyken telefonda konuştuk, bir sürü şeyler yapmış evde. Benim ömür billah elimi sürmeye vakit bulamayacağım yerlere dokunmuş. İnsanın annesi olması ne güzel şey di mi? Dün aylar sonra ilk defa eve girdiğimde ocakta pişen yemeğin kokusu etrafı sarmıştı. Annem önünde önlük, telaşla beni sofraya oturttu. Sonra ayarlayamadığım kadınlara inat bir güzel parlattık evi anacağımlan. Küçük dev kadın pıtırcık işte! Anneme blogumu söyleyesim geldi bir an, sonra ona söylersem tüm ev halkı duyar dedim, vazgeçtim. Zaten annemin girip de okuması bile bir mesele. Hem bu bloğu hepi topu kaç kişi biliyor ki? Ben heralde kendime yazıyorum bunları, unutmayayım diye.. Ama aklımda bir iki kişi daha var bloğumu paylaşmayı düşündüğüm.

Haydi hayırlısı.

6 Nisan 2010 Salı

İŞ İLANI

3+1 evime, onbeş günde bir düzenli olarak gelecek, cam silecek, yer silecek, süpürecek, balkon yıkayacak, kapı silecek, tuvalet banyo temizleyecek, belki birkaç gömlek ütüleyecek temizlikçi arıyorum. Kadın ya da erkek farketmez. İletişimi yüksek, prezentabl olması tercih sebebi. Yol, yemek ve her gelişi için helalinden bir 70 lira verilecektir. Sözünün eri, düzenli, titiz kimselere duyurulur.

Temizlik yine yalan oldu..

Twitterımı doğru dürüst kullanmadığım için burdan anons etmek istedim. Bir kadın bulma çabalarının daha sonuna geldik. Kocası "sen bulamazsın oraları, kaybolursun, seninle uğraşamam" dediği için yarın gelmeye söz veren kadın ve bir akrabası gelmekten vazgeçmişler. Bir aydır ayarlamaya çalışıyordum, son dakikada koca devreye giriyor, bunu da anlamak güç. Ama erkek egemenliği her yerde. Bunu bir kez daha gördüm..

Bu durumda ilanımı yenilemek zorundayım..

5 Nisan 2010 Pazartesi

Akvaryum izlenimleri

Haftasonu gayet telaşsız ve koşturmasız geçsin diye hayaller kurarken Cuma günü, Cumartesi sabahı herşey bambaşka oldu, üç günlük bir cumartesi geçirdim netekim. Bu karardan epeydir gitmeyi düşünüp gidemediğimiz Akvaryum da nasibini aldı. Bu yazının sebebi de bu akvaryum gezisidir.
  • Halkımızın fotoğraf çekme düşkünlüğünü hatırladım bu gezide. Kimse anı yaşamıyordu, herkes o anı belgeleme peşindeydi sanki. Bir balığı gözüme kestirip onu takip etmek isteyen ben, yanımda yöremde cama parmaklarını dayayıp balığın tekini işaret ederek poz veren insanlar tarafından sıkıştırılmıştım.
  • Fotoğraf meselesine çok bir asabiyet yapınca elimdeki tek poz balık adam ayaklı heykelimsisine kafamı sokup çektirdiğim fotoğraf oldu. Cep telefonuyla. Artık faceboğuma onu koyarım napayım.
  • Bir acayiplik sonucu akvaryumun girişini bulamayınca mekana çalışanların kullandığı arka kapıdan girdik. Bu vesileyle sahne arkasını da görmüş olduk. Onlarca dalgıç kıyafeti, kum, büyük fanuslar, pis bir koku.
  • Kazıkçı bir yer olduğu şüphesiz. 25 TL giriş, üstelik girerken bir fotoğraf çekiyorlar, oyuncak bir köpekbalığına bakıyorsun şaşkın bir ifadeyle. Çıkışta alabilirsin fotoğrafını diyorlar. Vay be kıyağa bak diye gidiyorsun çıkışa, fotoşopla arkayı değiştirip vahşi bir ortama çevirdikleri fotoğrafı 20 kağıda satmaya çalışıyorlar. Fiyatını öğrenince almıycaz ama bakalım dedik, baktık, bir şeye de benzemiyor.
  • Tünel diye birşey var. Sol tarafında yürüyen yol, sağ tarafı normal yol, bir metre genişliğinde bir yer. Sol, sağ ve üst kısım akvaryum. Sanki denizin dibindesin gibi. Etrafından balıklar, vatozlar, köpekbalıkları geçiyor. Kimse konuşmasa ya da yalnız olsam belki huzurlu dakikalara sebep olacak kadar güzel bir ortam. Ama o kadar kalabalık ve gürültülü ki bir ara klostrofobikliğim bile peydah oldu.
  • Birinci güzellik bence kum rengi balıklar. Dibi kum bir su var, bakıyorsun sırf kum. İyice bakınca kuma gizlenmiş, kum rengindeki balıkları görüyorsun. İki tane fıldır fıldır gözleri var tepelerinde. Preslenmiş gibiler. Bunları akdeniz kıyılarında görmüştüm daha önce, takip edip kovalamışlığım bile var. Buna dil balığı diyorlar sanırım. Benim taktığım isim ise kumluca idi. Benim için onlar kumluca hala.
  • Bu gezi bana insanlar neden balıkların ismini öğrenmek ister sorusunu sordurttu bol bol. Öte yandan ne balığı bu demekten de geri duramadım refleksif olarak. Oysa balık hepsi, güzel mi değil mi, bir olayı var mı yok mu, adı ayı balığıymış, aslan balığıymış (zaten isimler de çok yaratıcı) ne önemi var? Bak, gözünü doyur, yoluna devam et. Balık senin adını biliyor mu sanki?
  • Dalgıçların baloncuk şovu, daha doğrusu dalgıcın diyim çünkü tek dalgıç vardı, güzeldi. Ağzından halkalar çıkardı, onları içiçe geçirdi, sonra koca kafasını onlardan birinin içinden geçirdi falan. Amuda kalkanlar da vardı, e yerçekimsiz ortam, bünyeler rahat durmuyor tabii..
  • Tek bir denizyıldızı görebildim, onunla da tokalaşamadım. Oysa ben çok severim denizyıldızıyla tokalaşmayı, gördüm mü dayanamam, o derece.
  • Sonra bay yengeç vardı, sünger bob ise yoktu.
  • Milyon tane memo vardı, yemek vakitleriydi ve hepsi tek yürek olmuş aynı noktada debeleniyorlardı. Çok güzel memolar. I love u memo!
  • Bir tane bile kaplumbağa yoktu, varsa da ben göremedim. Kaplumsuz akvaryum mu olurmuş. Ha bir de, denizatı yazan yerdekiler deniz atı değildi tabii ki. Deniz atları nerde dedik, hamileler, ayrı yere götürüldüler dedi bir görevli. Doğuracaklar bu yakınlarda, doğumdan sonra tebriğe gideriz artık bir yirmibeş kağıt daha bastırıp.

1 Nisan 2010 Perşembe

Tıkılı kalmak

Öğlen arasında vermiş bir sivri içeriye koyun kokusunu, oksijen zannetmiş, temiz hava zannetmiş bunu üstelik. 4 koldan açmış koyun kokusunu. Burası bir otlakmış da koyunlar meeleye meeleye geçmiş, geçerken de pırt pırt dökmüş tanelerini gibi kokuyor şimdi burası. Belki bir ahır daha güzel kokuyordur. Çok ahır koklamadım ama en az bu kadar kötü koktuğu kesin.
Şimdi burası nasıl bir işyeri biri bana anlatsın?
Hangi işyerinde havalandırmadan koyun kokusu gelir ve bir sivri de cam açıp oksijen almak varken havalandırmanın düğmesine basar? Üstelik kokuyu duymadığı için olsa gerek çok matah bir iş yaptığını iddia ederek benimle kavgaya tutuşur. Bu insanları anlama kapasitem sanırım doldu artık. Ne haliniz varsa görün ulan demek istiyorum. Gerzekler diye bağırmak istiyorum sonra. Canınız cehenneme! Çek içine koyunu, çek içine leş kokusunu, otur öyle kal. Beni de zehirle, ben zaten burada olmakla her türlü şeye dayanacağımın altına imza atmışım adeta. Karanlıkta da çalışırım, koyun kokusuyla da çalışırım, tozla da çalışırım, oksijensiz de çalışırım. N'olacak ki? Bana bunun için para vermiyor musun zaten?

İyice tükenmeye başladım. Buradaki zamanım doluyor kesin. Ama gel gör ki bir çabam dahi yok. Başka bir mekan, başka insanlar. Hiç çekici gelmiyor. Sanki satıyorum ruhumu her yeni işte. Bir kez daha satıyorum. Şanslıysam daha çok paraya satıyorum, şanssızsam aynı paraya. 8-5 veya 9-6 saatleri arasındaki tüm anlarım benden satın alınmış gibi. Olmak istediğim yer, yapmak istediğim şey bu değil. Ne olduğunu da bilmiyorum. Şu an mesela, ışığını, kokusunu, oksijenini kendimin ayarlayabileceği, benden başkasının bulunmadığı ayrı bir odam olsa bu aptal ofiste, bir miktar motive olabilirim. Ve telefon hiç çalmasa misal.

İmza: Sinir bozucu bir öğlen geçiren yazı işleri müdüresi

Kuşburnu hanımın gündüz düşleri

  • Uykumu aldığıma ikna olduğum saatte kalkıp işe gideyim, servis beni her daim hazır ve nazır bekliyor olsun, bundan hiç gocunmasın.
  • Arabamla birlikte bir de şöförüm olsun, beni istediğim yere götürüp bıraksın, benim aramama gerek kalmadan çıkacağım saati öngörerek öyle bir gelsin ki, çıktığımda kapının önünde olsun, beni gerisin geri gideceğim yere götürsün.
  • Ofiste çalışmaktan baydığım anlarda bir eğlence grubu çağırabileyim, gelip beni eğlendirsin, motive etsin, icabında elimden tutup ofisten çıkartsın, bir lunaparka ya da famecity tarz ıbir yere götürsün. O kadar çok eğleneyim ki deli gibi motive olup işe dönüp çalışmaya can atayım.
  • Sporu düşünsel olarak yapabileyim. Düşündüğüm hareketler işe yarasın ve hangi kasımı düşünüyorsam o kasım güçlensin. Sanırım sürekli karın kasımı düşünürüm.
  • Bir an göz gezdirdiğim bir sayfayı - eğer ezberlemek istiyorsam - ikinci göz gezdirdiğimde ezberlemiş olayım. Üçüncü göz gezdirdiğimde ise sular seller gibi sayfaya hakim olayım.
  • Bir yurtdışı seyahatine çıkmak istediğimde bunun için hiç çaba sarfetmiyim, sıra beklemiyim, defalarca gitgel yapmayayım.
  • Etrafımda sakız çiğneyen insanlar daha ilk ses çıkardıklarında rahatsız olduğumu anlayıp sakızlarını çöpe atsınlar. Bir daha da benim civarımda sakız çiğnemeye yeltenmesinler.

31 Mart 2010 Çarşamba

Hayata dair laf salatası

Hayatta hiçbirşey için kendini üzmeye değmez lafını bu kadar sevip neden hiç uygulayamıyorum? Ben gerçekten buna inanıyorum, fani mahluklarız ve bir gün - vakitli ya da vakitsiz - ölüp gideceğiz, madem öleceğiz ne diye lüzumsuz şeyler için canımızı sıkıyoruz. Sıkıyorum ya da. En ufak bir pireyi bir deve yapıp kendime boş üzüntüler yaratıyorum. Yapmak istediklerimi sürekli erteliyorum, sanki bir gün gelecek, bana tüm yapmak istediklerim için limitsiz bir zaman dilimi sağlanacak ve ben bugün ertelediğim herşeyi o günlerde yapabileceğim.

Oysa hayat bir süreç, tamamlanan, duran ve sonra yeniden başlayan bir oyun değil. Sürekli akıyor, ölene kadar da sürekli akacak. Dolayısıyla ne yapmak istiyorsan o hayatın içinde yapman lazım. Yapmak istediklerin için ekstra bir zamanın olmayacak, eldeki herşey bundan ibaret. Koşullarını değiştirebilirsin belki, memnun olmadığın şeylerin yerine başka şeyler koyabilirsin ama dişini sıkıp sonrasında rahata ereceğini, emekli olacağını düşünmek işe yaramaz. Hayata yazık etmek olur bu.

Hayata yazık etmeyelim, hayatın kıymetini bilelim, tadını çıkartalım. Vazgeçmeyelim, ertelemeyelim, üşenmeyelim. (böyle bir rozetim vardı sanki benim bir yerlerde)

29 Mart 2010 Pazartesi

Kaçan topları kim toplayacak?

İkinci toplu spor maceram pilates oldu. Muhtemelen son pilatesim de buydu. Herşey gayet güzel başladı. Yüzüstü yatalım, nefes alıp verelim, oh ne güzel di mi? Bir an için hani nerdeyse içime huzur falan doğacak. Sonra indir kaldırlar başladı, hadi onları da anlayabildiğim için iyi kötü yapabildim.
Haydi bakalım, toplu kısma geçelim. Birlikte yapılan manasında toplu değil, top ile manasında toplu. .ötümüzün altına (google sakın her .öt arayanı siteme yönlendirme, kendime sansür bile koydum, senin yüzünden..) bu küçük toplardan koyuyoruz ve tüm gücümüzü topa uygulayarak bacaklarımızı kaldırıyoruz. Fırtt... O da nesi, top kaçtı, aha öndeki adamın kafaya çarpacak, neyse sola eğim aldı, dur topu alayım, nereye koyuyorlar ya, daha sırta mı doğru acaba, yoo baya baya .ötünün altına koymuş, hadi bir daha deniyim, fırttt.. Yine kaçtı arkadaşım bu top, son kez alllll, verrr, orda allll, tutttt, tutttt, tutttt, vererek rahatlat.. Oh, bayağı rahatladım cidden. Topsuz normal hayatıma dönebilir miyim şimdi?

Dahası da var tabii, aklımda kalan anlardan biri bu sadece. Vücudumun (21 dereceydi salon) buz kestiğine mi yanayım, hiçbir hareketi yapamadığıma mı yanayım, kaçan toplara mı yanayım, neyse, bir daha pilates yok bana. Aero dance bundan sonraki hedefim, hoppidi hoppidi oynayalım kız.. Ya da boşver dersleri, adele yap indir kaldır indir kaldır.. Evet evet, adele..

26 Mart 2010 Cuma

Herkesle iyi anlaşan insan, duy sesimi!

Bence böyle birşey olamaz. Bir kişiyi herkes sevemez, bir kişi de herkesi sevemez. Herkesin yüzüne gülen insan benim önyargımı o saniye toplar. Bir kere bu insan herkesle iyi geçiniyorsa kendi içinde tutarsızdır. Farklı bakış açılarına sahip, birbirlerine gıcık olan insanların tümünü sevmek nasıl mümkün olabilir? Burdan şu çıkmasın, iki kişi birbiriyle kavgalıysa siz de onlardan sadece biriyle arkadaş olabilirsiniz demiyorum, kastettiğim daha genel bir hal.

Herkese karşı olumlu ve güleryüzlü davranan bir insan muhakkak birşeyleri içine atıyordur veya dedikodu yaparak kendini rahatlatıyordur. İnsanların yüzlerine hissettiremediği şeyleri arkalarından söyleyerek rahatlatıyordur bünyesini.

Netice itibariyle, ey böyle insan, senden hazzetmiyorum, benden uzak dur. O yapay suratını bana da gösterme, sana inanmıyorum, sana güvenmiyorum. Go away!

Böyle de Cuma yazısı olmaz olsun.. peeeh..

25 Mart 2010 Perşembe

ey google

Analytics denen olay sağolsun, kim anahtar kelime ne girmiş de benim siteme girmiş görebiliyorum. Genelde benim yazılarımı arayan kimse olmadığı için hepsi şanseseri bloguma giren ve bir saniye içinde de "bu ne lan, nerden girdim buraya?" diye uyuz olup çarpıyla sitemi kapatan şahsiyetler. Bu şahsiyetlerin yüzde 40'ı pornografik aramalar sonucu benim siteme girmişler. Girdiklerinin bir listesini malumafatruş arkadaşıma maille gönderdim, hayret etti. Ben de insanların arama potansiyellerine hayret etmiştim zaten. Nasıl bir hayal dünyası, ne bulmayı umuyor bunlar diye düşündüm durdum. Aslında aratıp aynı kelimeleri, sabırla sayfalar arasında ilerleyip ilgili yazımı bulmak istiyorum. Hani kişileri de yanlış yönlendiriyor madem, gideyim yazımı düzelteyim. Ama benim o kelimeleri kullanma olasılığım sıfır. Belki türkçe karakter dalgasına buluyor, kim bilir.

Neyse, artık edep ve adap kurallarına uygun yazılar yazacağıma ant içerim. Amin..
Pornografik yazdım diye (hem de iki kere) şimdi kim bilir bu yazıyı da hangi aramalardan bulup getirecek. Püf..

abidin olma çabaları


Mutluluğun resmini çizemiyor olsam da çekebildiğime inandırıyorum kendimi. Mutluluk güneşli bir günde, fenerbahçe parkında, sevgiliyle birlikte denize nazır bir kahvaltı yapmak değildir de nedir? Evde hazırlanmış kahvaltılıklar, termosta çay, fırından alınmış cevizli ekmek, ağızda dağılmanın sözlük anlamı olan kurabiyeler ve tabii ki yumurta.. Ve fonda gitar çalıp şarkı söyleyen bir adam.. Tam kahvaltı şarkısı söyledikleri, öyle güzel, öyle sakin..
Depolanıyor mu mutluluk acaba? Şu anda mesela o anları düşünüp gülümseyebiliyor muyum? Eğer öyleyse depolanabiliyor mu demektir? Sanırım evet.

Şu sıralar midemde hissettiğim krampın altından iyi bir şekilde kalkabilsem mesela, ancak o şekilde değer di mi bu krampı çekmeme? Oldu bittiye getirmemek gerekiyor yaşananları, anı yaşamak gerekiyor. Her anın tadını çıkartmak, her anı doya doya yaşamak gerekiyor.

Biz faniler sanki yıllarca yaşayacakmış gibi planlar, programlar yapıyoruz. Birşeyleri saklıyor, depoluyoruz. Onları kullanabileceğimize dair hiçbir garantimiz yokken neden böyle davranıyoruz? Herşeyin değerini kaybedince mi anlayacağız?

Hadi bakalım..