28 Eylül 2010 Salı

istersen dağlar dağlar...

Bu şarkının adı isyankar mıydı? Niyeyse öyle kalmış aklımda, bu bağlamda isyanlarımı yazmak istiyorum. Bugün itibariyle hayata ve genel olarak herşeye karşı kaşlarım çatık.

  • Tam sekiz yıl 3 aydır hemen her haftaiçi gününde, sabah 6:30'da açıyorum gözlerimi bu dünyaya. Ve sonra başlıyor hummalı bir koşturma. Bugün ne giycem? Servis kaçacak. Acele etmeliyim. Bir gün bile oturup evde doyasıya kahvaltı yapacak bir durumum olmadı. Sonuç?
  • Üst geçitte merdiven çıkmakta olan kadınlı erkekli 7 kişilik bir grubun hepsinin elinde bir adet muz olmasını neye yormalı?
  • İşyerinde arkadaşlık diye birşey var mı? Hem de birlikte iş yaptığın insanla arkadaş olabiliyor musun? Benim neden hiçbir iş yeri arkadaşlığım daim olamadı. İşten ayrıldıktan sonra sönümlenerek bitti. Veya çok çok nadir görüşen insanlar haline geldik. 
  • Herkese aşırı miktarda kıl olmak için özel bir çaba sarfetmem hiçbir zaman gerekmedi. Tuhaf değil mi?
  • Önceden planlamasını yapmadığım günleri yaşamakta bu kadar zorlanmam doğru mu? Herkes belirsiz bir gün hayali kurar (ben de dahil), gel gör ki öyle bir gün geldiğinde de ne yapacağımı bilemeyip kös kös oturan gene ben oluyorum. Belki de oturmaya ihtiyacım var da ben kendimi yanlış anlıyorum. Kim bilir.
  • Servislerde dinlenen her tür müziğe ultra mega gıcık oluyorum. Üstelik ben servise bindiğimde çalan radyonun başka birisi binince kapatılmasına da "ben adam değil miyim ulan!" diye bağırasım geliyor.
  • O aptal müzikleri dinleyince (duyunca) kendimi zehirlenmiş hissediyorum. Arınmak için ne dinlemeliyim?
  • Bu ara dinlediğim hiçbir müzik tatmin etmiyor. Yeni ama yepisyeni şarkılar dinlemek istiyorum artık. Help me..
  • Dün akşam televizyonda rastgele denk geldiğim bir film gözlerimin önünden gitmiyor. Tuhaftı.. 
  • Az bir çaba ile köşeyi dönen insanlara aşırı kılım. Biz keriz miyiz???
  • Anne-çocuk, hastalık, doğumgünü, kutlama muhabbetleri de bu ara hiç sarmıyor ne yalan söyliyim. 
  • Yazmaktan da baydım an itibariyle. Böyle durumlarda yazı işine hiç bulaşmasam, ama zehrimi nasıl akıtıcam başka türlü :(

22 Eylül 2010 Çarşamba

"sarıl desen sarılamam olmaz"

İnsanlar ne kolay gaza geliyorlar, ne kolay inanıyorlar. Gösterilen tam da yapmak istediği etkiyi ne de hızlı yapıyor. Ben özellikle bunu vurguluyorum ki sen de buna inan diyen internet haberciliğine tav olan insanlar, azıcık kafanızı kullansanız keşke..
Tamam, ben de aşırı şüpheciyim artık, belki bu kadarı da fazla ama benim böyle olmamın sebebi de var elbette. Duyduklarımız, sonradan öğrendiklerimiz, bize gösterilenle aslında gerçekleşen arasındaki dağlar kadar fark... Gel de paranoyak olma. Gel de komplo teorileri yürütüp durma..

Hep bölünmek istiyoruz. Bizden olmayan varolmasın istiyoruz. Kafamızdaki kalıpları yıkamıyoruz. Doğru bildiklerimizden asla ödün vermiyoruz. Kendimizden o kadar eminiz ve doğru hayatı bizim yaşadığımız konusunda o kadar ısrarcıyız ki diğer hayatları kabul etmediğimiz gibi çoğu zaman kendi hayatlarımıza tehdit addediyoruz onları. Bu bir içgüdüsel varolma çabası mı tek başına? Bilemiyorum.

Hayat güzel, herkes bu hayatta payına düşeni yaşamak istiyor, eyvallah.. Peki ya diğerleri?

21 Eylül 2010 Salı

time

  • Bir haftadan uzun süredir yazmadığım için konu bütünlüğü olan bir yazı yerine madde madde bir yazı yazasım oldu. Tüm maddeler aynı konuyla ilgili olursa lütfen kimse bana kızmasın.
  • Eylül ayı geldi, hatta neredeyse bitti. Eylül demek, okulların açılması demek, havanın serinlemesi, insanların şehre geri dönmesi, nüfusun kalabalıklaşması, trafiğin artması demek. Benim içime su serpen bir ay olmakla beraber melankolik ruh hallerine de sokar beni Eylül ayı.
  • İnsan yaşlandıkça daha erken uyanıyor sanırım. İlk defa bir cumartesi günü 7 buçukta açtım gözümü. Üstelik uykumu da almıştım. Böyle olunca haftasonu da dolu dolu geçiyor, gün ölmüyor.
  • Değişikliklere kolay adapte olabilen bir cins var mı merak ediyorum.
  • Yorum olarak gelen spamleri blogspot temizliyormuş, bu onun temizlemedikleri spam değil mi demek. Misal, Almanya'dan Sevgi, gerçek misin sen? Eğer gerçeksen sevinmeli miyim namım Almanyalara ulaştı diye yoksa ben zaten biliyordum yurtdışından da okunduğumu diye kasılmalı mıyım? (yok be nerden bilcem, baktığım mı var)
  • Olumsuz bir insan olarak olumsuz insanlara uyuz oluyorum ve onlara baktıkça olumsuz olmamanın ne derece önemli olduğunu bir kez daha hatırlıyorum. Olumlu ol, olumlu ol diye kendime bağırıyorum.
  • Öğlen teneffüsümde işten bahsetmekten nefret ediyorum, burda blog yazarken tepeme dikilenleri de ışın kılıcıyla dürtmek istiyorum.
  • Apartmanımızın giriş katında ikamet etmekte olan ve sık sık balkonda görünen beyaz kediciğe bir gün dokunabilecek olma ihtimali beni benden alıyor. Bakışlarını, kuyruğunu oynatışını falan gözümün önünden atamıyorum. Eve girmeden önce o dairenin tüm balkonlarını röntgenleme adeti edindim, gören hırsız sanacak.
  • Sokaktaki kedileri besleyen ve her gün aynı saatte elinde poşetlerle bizim sokağa giren amcayı gören kedilerin çarpışan arabalardaki anten misali kuyruklarını havaya dikip amcayı izlemelerine bayılıyorum. Amcanın tüm çöplere kafayı uzatıp, içindeki kedileri de sofraya davet etmesine ise söyleyecek söz bulamıyorum.
  • Hrant'ı aldım, okuyorum, hakkında bir ansiklopedi yazılmış neredeyse. Yanımda taşıyamıyorum, o derece ağır. Ama güzel, tanıtıcı, eğitici, öğretici, süper bir kitap. Tavsiye ediyorum.
  • Hala yazılarıma düzenli olarak fotoğraf veya resim koyabileceğim bir site bulamamış olmanın ezikliğini yaşıyorum. Haliyle bu yazı da sırf yazı olarak kaydediliyor.

12 Eylül 2010 Pazar

bir bayramın anatomisi

Oldum olası ramazan ayını da bayramını da sevemedim. Ramazan ayını sevmeme nedenlerim bende saklı kalsın - az çok tahmin edilebilir şeyler zaten - bayramı neden sevmediğimden bahsedeyim. Bayramlarda tipik davranan bir aile bizimkisi. Nedir yani? Aile büyüklerine gidilir. Yemekler yenir, tatlılar yenir. Sonra başka aile büyüklerine gidilir. Çekirdek denebilecek kıvamda bir aile olduğumuzdan da bu merasimler çoğunlukla bir günle sınırlı kalır.
Evlendikten sonra benim için ikinci ve üçüncü gün bu ev gezmelerinin devam etmesi sözkonusu bile olmadığından bayram benim için bir gün külfet, kalan günler tatil demektir. Babaannem annemlerle yaşadığından, amcamlar da onu görmek için annemlere gittiğinden, ilk gün annemlere gidilir ve baba tarafındaki aile büyükleri görülmüş olunur. Mütemadiyen yemek yemek hadisesine fazla girmeyeceğim. Sonrasında olaylı/olaysız bir şekilde (olaylı çünkü köprü trafiği bayrama küfrettirecek derecede yoğundur her daim) anneanneme gidilir. Teyzemler de orada olduğundan ailenin anne tarafı büyükleri de aradan çıkartılmış olur. Buradaki yemek kısmına da hiç değinmesem daha iyi. Bayramın ilk günü acıkma hissiyatını unutuyorum ben şahsen.  Durmadan yiyelim modu geçerli olduğundan sesimizi çıkarmadan çatalı ağzımıza sokuyoruz. Sonuç? Göbek!

Yazacak pekçok lafım birikti, nitekim yazıya başlayalı 1,5 saat oldu, araya giren kişilerden ötürü dağıldı aklım ve de fikrim. İyisi mi kıyafetsel temizlik yapıp yollara döküleyim. Sonra devam ederim bir gün elbet!

8 Eylül 2010 Çarşamba

Bayram, arefe, ve daha başka şeyler

Bugün arefe ya da arife, bunun doğrusunu hiçbir zaman öğrenemedim, artık merak da etmiyorum. Her neyse adı, bugün yarım gün, gün tam gün gerçi de biz yarısında çalışıcaz, yarısında da tatil yapıcaz. Peki bu mantıksızlık neden? Yani 4 saat çalışmak için - ki çalışan birini görürseniz bana da haber verin - 1 saat gidiş, 1 saat dönüş olmak üzere 6 saati heba etmek neden?
Aha ben mesela, gelmişim burda sabahın köründe blog yazıyorum. Misal sistem yavaşlamış sorabileceğim kimse yok, çünkü herkes yarım gün izin aldı. Yap şunu komple tatil, ne sen uğraş, ne biz uğraşalım.
Benim de parmaklarımı yorma sabah sabah :)

Neyse, bu vesileyle herkesin bayramını kutlarım. Çok şeker yemeyin, midenizi bozmayın. Favori tatlılarım bu bayram da, her bayram olduğu gibi, kadayıf, revani ve şekerpare. Hamur ve şerbetli, evet!

7 Eylül 2010 Salı

bir tatilin anatomisi

Her an ne yaptığını beyan eden bir şahsiyet olmadığım gibi gerek facebook, gerek twitter gibi sitelerden an be an ne yediğini, ne içtiğini, nerede olduğunu beyan eden insanlara da ultra mega gıcık olduğumu az buçuk belli etmişimdir. Haliyle önceki hafta tatile gittiğimi de kimsenin ruhu duymadı. Tatilimden bahsetmeyi de hiç istemezdim gel gör ki bu tatil işlerinde bloglara aşırı derecede önem verir bir insan oldum. Ekşisözlük ve googledan bulduğum blogları illa ki okuyorum bir yere gitmeden önce. İşte bu yüzden de blog yazmanın önemli, tatille ilgili geri bildirimde bulunmanın ise sonraki zamanlarda tatile gidecek insanlara faydası dokunacağından daha da önemli olduğunu düşünmekteyim.

Gelelim tatile.
Mekan: Marmaris'in Selimiye köyü
Tarih: Ağustos'un en sonu
Ulaşım: Uçak


Herşeyden önce uçakla bir yere gitmenin hızlı olduğunu kim iddia etmişse halt etmiş demek istiyorum. Özellikle de havalimanına uzak mekanlara uçakla gitmek zamansal bir fayda getirmemekte. Olsa olsa daha az popo ağrısına neden olmaktadır. 10:45'teki uçağa binmek için 8'de uyanıyorsam, indikten sonra da 2,5 saat yol gidiyor ve saat 14:30 civarı varmak istediğim noktada oluyorsam yemişim ben uçağı. Demem o ki Ege ve Güney Ege'ye uçakla gitmektense imkan varsa arabayla gitmek daha doğru, daha mantıklı. Hem aynı yerde sabitlenip kalmaz insan, hem de ulaşım çilesini dilediği şekilde çeker.

Selimiye nasıl bir yer?
Bir ucundan bir ucuna tahminen 4 km olan, minik bir köy Selimiye. Gerçek anlamıyla köy ama. Keçiler, kuzular, koyunlar, danalar, inekler, eşekler, tavuklar, horozlar, meyva ağaçları, ekmek yapan, çeşmeden su alan insanlarıyla tam anlamıyla bir köy. Ve kokusuyla tabii ki. Bir ana caddesi var, onun haricindeki her yer patika, keçiler sağolsun, ulaşım için epey çalışmışlar.

Denizi nasıl?
Deniz köyün en uzak ucunda nispeten daha güzel. Genel olarak bir göl kadar durgun ve dalgasız bir denizi var. Ama bir anda derinleşiyor ve kumsaldan giriş diye birşey yok. Hep iskele, hep iskele. Ayak değen yerler de taşlık ve deniz kestaneli. Deniz ayakkabısı şart, eğer ayağım yere değsin diyen bir yüzücü (non-yüzücü) iseniz. Şnorkel yapınca değişik şeyler görülebiliyor evet ama bir cennet de değil hani. Eh işte yani, idare eder. Birkaç kalamar, üç dört deniz anası (ki bunları denizde görmesem - en azından benim yüzme alanımda - daha mutlu olurdum) haricinde enteresan balık pek yoktu. Denizi kimi zaman çok temiz, kimi zaman pis olabiliyor. Rüzgara ve akıntıya bağlı sanırım. Açık denize minicik bir yerden açıldığı ve 3 tarafı dağ ile çevrili olduğu için deniz kolay kolay temizlenemiyor.

Yemek?
Bir tane güzel restoranı var, sardunya adında. Güzeldi mezeleri falan ama gayet kazıkçı. Bir şekilde çok popüler olmuş, çok talibi var. Ama bence bunun nedeni güzelliğinden çok rakipsiz oluşu. Bir rakibi var aurora restoran, orası da ne hikmetse bana pek çekici gelmedi.

Otel mi pansiyon mu?
Köyde epey bir otel ve pansiyon var. Köylülerin evinde bile kalınabiliyor. Biz butik otel takıntılı olduğumuz için bir butik otelde kaldık. Les terrasses de selimiye adında. Yazarken bile zorlanıyorum, gerisini siz düşünün. Oteli bir Fransız işletiyor, adı Solenne. Otelde türk ve yabancı birkaç çalışan var, hiçbiri Solenne de dahil türkçeyi doğru dürüst konuşamıyor. Hadi yabancıları anladım, türk olan ve köyde yaşayan kadının türkçesi nasıl olmuş da fransız aksanına dönmüş. Bu kısmını çözemedik. Yine de herkes iletişebilmek için canla başla çalışıyor.
Kahvaltısı çok sıradan ve kimi sabahlar bayık denecek bir hale geldi. Ekmeği adamı öldürüyor, köy ekmeği, yedikçe yiyor insan. Tereyağını sür babam sür insanın içi bayılıyor haliyle.
Akşam yemeğini orda yemek isterse kişi 14 euro daha ödüyor. Fiks bir menü çıkıyor. Fransız aşçı Solenne'nin dayısı. Sevimli bir kişi, yemekleri de güzel yapıyor, porsiyonları çok büyük, aile geleneğiymiş. Öyle dediler.
Önemli ve .oktan bir detay olacak belki ama odalardaki ve ortak kullanımdaki tuvaletlerde, yani oteldeki hiçbir tuvalette taharet musluğu yok. Ben durur muyum, hemen nedenini sordum, çünkü sadece bizim odada yok sanmıştım. Meğersem hiçbir odada yokmuş. Bunu soran ikinci müşteriymişim. İnanamadım, her gelen türk müşteri soruyordur diye düşünmüştüm, pismiş meğer bizimkiler, ölü eşşek gibi kokuyorlarmış zaten. Türk bir adam müslüman mahallesinde salyangoz satmak olarak nitelendirdi bu durumu. Bense denyoluk olarak değerlendiriyorum. İdare ettik mi ettik!
Otelin en kötü tarafı arabasızlara deniz için her gün 35 dk gidiş, 35 dk dönüş yolu bahşediyor olması. Çünkü otel tepede. Tozlu, topraklı bir yoldan güneşin alnında aşağı inip, gün batarken yukarı çıkmak, giyinip tekrar aşağı inilecekse de bunu günde 4 kere yapmak gerekiyor. Şikayet etmeden yaptık mı? Yaptık. Neden? Çünkü butik!

Önemli bir ayrıntı, köyde taksi yok. Sardunya taşıma hizmeti veriyor. Köyde taksi olmamasını ise benim aklım almıyor. Heralde herkes cintoş olduğundan arabasıyla gidiyor buraya. Bilemedik...

Sonuç?
Gidip görülebilir ama iki gün uğranıp başka diyarlara yelken açılmalı. Denizi güzel, atmosferi güzel, sakin, huzurlu bir yer. 5-6 gün çok buraya, 2 günde tadından yenmez.

1 Eylül 2010 Çarşamba

bir dönüş daha

virajlı yollardan, içimdeki bulantıdan, durmadan ağlayan, ağlamadığında bağıran bebekten, dalaman havaalanından, oraya ulaşma çabalarından, beklemelerden, bir üşüyüp bir titremeklerden, kısacası dönüşlerden nefret ettim. herkes gittiği yerde kalsa trafik de olmazdı hem! Ne tez ama!