28 Aralık 2009 Pazartesi

2010 bunları oku ve beni ara

Hiç sevmem yeni yıl umutlarıyla dolup taşmayı, neticede huysuz bir kadınım şu hayatta. ama bu yıl bir değişiklik yapayım diyorum, birkaç ufak madde sıralayayım da hayata azcık bağlanayım. üstelik herşeyi kafama fena halde takmış ve kendimi bunalımdan bunalım sürüklemeye meyilli olduğum böyle bir anda..
1 diyoruz o halde; en baba arzum şudur ki yeniyılda on kilocuk vereyim, irademe mukayyet olayım. bunu yapabilirim, nitekim 5 yıl önce yaptım, yine olsa yine yaparım. yeter ki azıcık istek fışkırsın içimden.
2. bir arabamız olsun artık, kazasız belasız oraya buraya sürtebilelim. metrobüs maceralarım son bulsun böylece.
3. şu oyunda bir yol katedeyim, delirebileyim, salıvereyim kendimi tutmayayım.
4. işsel anlamda olumlu ya da olumsuz en azından bir değişiklik olsun. kovulur evde mi otururum, süper maaşlı başka bir işe mi geçerim bilmiyorum. birşeyler olsun.
5. davul için düzenli bir çalışma ritmi oturtabileyim, daha çabuk öğrenebileyim.
6. super marioda kendimi aşayım, atlamadığım level kalmasın, yapamadımlar değil yapıyorum yapıyoru yaptımlar yankılansın salonumuzda.
7. kocamı daha çok göreyim, daha çok göreyim.
8. stres, sinir, hurafeler benden uzak dursun, larc, laylaylom, trilaylayli bir insan olayım.
9. babaannem iyileşsin, toparlansın. ailede kimse üzülmesin.
10. hepsi gerçekleşsin, happily ever after olsun..

24 Aralık 2009 Perşembe

kadir, bu yazıyı oku ve beni ara

sevgili kadir,
bu ne kadir bilmezliktir ki şehrimizin içine eder eder durursun. şikayetim de derdim de çok, o yüzden nereden başlamam gerektiğini düşünmekteyim. şimdi, yaptığın iyi şeyler de yok değil allah için, misal metrobüs. varlığı iyi birşey ama metrobüsü yaşamak korkunç ötesi. bir gün senden rica ediyorum akşam saat 18-20 arası metrobüsle seyahat et. mümkünse dışarıda hava çok soğuk olsun. ve her durakta inip sonraki metrobüse tekrar bin. bin ki biniş anını, durakta bekleyen insanların ruh halini falan yakinen yaşa. bakalım kaç tinerci, kaç deli, kaç kokarca çıkacak karşına metrobüste, benim için say onları ve not et. umarım bana çıktığından daha çok çıkmaz senin karşına, yazık olur sana valla.


sonracığıma bu kaldırımları kafeye dönüştürme aklını sana kim verdi? araç değil de yaya sayısında bir fazlalık olduğunu düşünen biri vermiş olmalı, zira kaldırımlardaki sandalye, masa ve kalabalıktan kaldırımlar yürünmez hale geliyor. haliyle yayacıklar caddelerden yürümeye çalışıyor. hava karanlık, ışıklar da yanmıyorsa bu vesileyle ciddi bir nüfus daralması yaşanabilir. eğer amacın buysa. yok, gözümü para hırsı bürüdü, zenginlere nasıl yaranacağımı bilemedim, alın ulan tüm kaldırımlar sizindir lafı ağzımdan çıkıverdi diyorsan o başka tabii. para kazanıyorsan bu işten diyeceğim birşey yok. ama o parayı ne yapıyorsun sonra onu merak ediyorum. mesela o para sayesinde metrobüste ucuzluk mu yapacaksın, köprüleri beleşe mi çevireceksin, her türlü akbil aktarmasına imkan mı sağlayacaksın? her neyse planladığın bir an önce yap, yoksa o paraları ekibinle birlikte cukkaladığını düşünmeye başlayacağım.

yıllardır yerinde duran akaretler durağından ne istedin kadir? ne yaptı sana o garip durak? zaten ezik ezik bir köşede durur, tek tük otobüsten nasiplenmek isteyenleri kollarına alırdı. oraya yapılmakta olan otel mi nedir, onun sahibine mi yaranmaya çalıştın? otopark mı yapacaksın oraları? çay bahçesinden ne istedin? otelin yanında sönük kalır diye mi utandın? istanbul böyle güzeldi be kadir, ellemesen iyiydi. çay bahçesinde çay içen, denize dalıp hayal kuran insanların ellerinden bu imkanı almasan iyiydi. ama aldın, artık bir durak fazladan yürüyor insanlar, zaten trafik, otobüs azlığı vesaire sebeplerden ötürü ev yolculuğu gayet uzun süren insanlar için ekstra bir vakit kaybısın.

neden otobüs şöförleri hep çember sakallı? böyle bir koşulun mu var? ve neden hepsi kaba? şurada inebilir miyim dediğimde bir şöföre neden bana baş hareketleriyle çeşitli tripçikler yapıyor da sesiyle sözüyle cevap vermiyor. ağzında sakızı, o ukala görüntüsüyle ne oluyor da beni aşağılayabiliyor?

sorularıma cevap ver kadir. ben bu şehri çok seviyorum ama senin yüzünden her geçen gün biraz daha uzaklaşıyorum bu şehirden. kafan çalışsın kadir, kafan sadece paraya değil, hizmete de çalışsın. çalışsın ki bu şehirde, bu güzelim şehirde yaşamak bir eziyet değil, bir zevk haline dönüşsün. hedefin bu olsun, yer altı yer üstü geçitleri yapmak değil!

15 Aralık 2009 Salı

sokak gözlemleri


Sokağa çıkan insan ne kadar etrafına bakmasa da dikkatini çekecek bir sürü şey oluyor bence. Bir ses, bir koku, bir hareket bakışları ister istemez üstüne çekerek birşeylerin farkedilmesine neden oluyor. Dün gebze - kadıköy, kadıköy-m.köy, m.köy-taksim, taksim-m.köy, m.köy-acıbadem yolculuğum esnasında pek çok değişik enstantane yaşadım. Bu da bana bir sürü şey düşündürttü.

Mesela işportacılar (bu kelimeyi sanırım hayatımda ilk defa yazıyorum) olmasa hayat çok renksiz olurdu gibi geldi bana. Bir metrobüse binerken bile irili ufaklı ciddi bir alışveriş imkanı sunuyorlar insana. Üstelik hem ucuz, hem faydalı şeyler. Mesela kitap okuma feneri, 5'i bir yerde çorap, atkı, şemsiye, traş makinası ve cep telefonları satanlara değinmiyorum, onlar çalıntı gibi geliyor nedense.. Sonracığıma eşofman altı, yumuşak ev terliği, paketli çerezler ama isimsiz, askıda muzlar, arabada mandalinalar.. Hiçbirşey alasım olmasa bile bakarak geçicem diye bayağı bir hızımı kesiyorlar. Sonra düşündüm mesela, bu adamlar orada olmasa, karanlık, öyle kıl bir alt geçit olacakken orası, hareketli bir yer haline geliveriyor. Bir de köfteciler var, asla yemeyeceğimi bilsem de kokularına hasta oluyorum. O et ne eti veya ne menem bir baharat koyuyorlar içine bilmiyorum ama lezzeti de kokusu gibiyse yanarım yanarım yıllardır bir kere bile yemediğime yanarım.

Bankamatikte önümdeki insan yavaşsa anında gıcık oluyorum. Normalde asla bakmam yaptığı işleme ama dün o kadar uzun sürdü ki önümdeki adamın işlemi, dayanamadım baktım. Ve adım adım bastığı düğmeleri aynen yazıyorum. (bir kısmını hatırlamadığımdan atacağım :))

-hesap işlemleri
-hesap bilgileri
-iptal(bir önceki menü manasında)
-bakiye görüntüleme
-vadeli hesaplar
-tarih aralığı seçimi
-yazdır
-iptal
-hesap işlemleri
-hesap bilgileri
-hesap hareketleri
-bir haftalık hareketler
-listeye bak ve
-iptal
Ben bu kadarına dayanabildim, asosyallikten işiniz uzunsa ben hızlıca para çekip uzuyayım şurdan da diyemedim. Oflayıp puflayıp yoluma devam ettim. Sonra Taksim'e gittiğimde Taksim'in en güzide garantisinden çektim paramı. Ama anlayamıyorum ben, şimdi o önümdeki amcanın amacı neydi? Neden bu işlemleri yaptı? Bastırdığı kağıdı okudu mu? Biri para gönderecekti de, gönderdi mi diye ona mı baktı? Aysonu hesabı mı yapmaya çalışacak? Hepsi ya hiçbiri.

Taksim'i afişlerken farkettim ki kafe bar sahibi insan olmak akıl karı birşey değil. Hiçbir kafe sahibi veya çalışanı mutlu değil. Bir Cumartesi akşamını bile kültürel etkinliğe ayıramayacak kadar çok çalışıyorlar. Hatta birisi beni beş dakika bile bir yere göndermiyorlar dedi. Dertleştik oracıkta. İşletme sahibi olmak da o tip bir işletmede çalışmak da zor zanaat netekim. Oysa bana hep çok çekici gelirdi, yalanmış pek tabii ki..

Metrobüs şöförleri metrobüste çok vakit geçirdiklerinden olsa gerek aracı evleri gibi benimsemiş olmalılar ki metrobüsteki ısıtma sistemi bir kalorifer mantığıyla çalışıyor. Araçta 300 kişi de olsa, 15 kişi de olsa araç hep 30 derece. 15 kişiyken 30 derece makul belki ama 300 kişinin her nefesinde o derece 1 santigrat kadar artıyor kanaatindeyim. Her metrobüsten inişimde kan ter içinde kalıyorum, bu bana özel birşey olmasa gerek. Sonra neden hastalanıyor insanlar diyorlar. Önce pişir, sonra üşüt. Birisi muhterem şöförlere (bu harflerden biri o olmalı bence ama hangisi bilemedim) orasının evleri olmadığını uygun bir dille anlatsa ne muhteşem olurdu.

Söğütlüçeşme istasyonuna giderken geçilen otoparkımsı alanda tek bir sokak lambası yanmıyor. Aşırı derecede işlek olması gereken yolda genellikle kimse olmuyor ve oradan her geçişimde hızlı adımlarla ve tırsa tırsa yürüyorum. Önümde güven veren birini gözüme kestirmişsem mesafeyi açmamaya özen gösteriyorum. Beni bu hale düşürenler utansın.

Metro hala çok derin geliyor bana, iki durak için onyedibin basamak inip çıkmak hoşuma gitmese de en hızlısı bu..

Böyle işte, çok gezen mi bilir siz karar verin artık.

11 Aralık 2009 Cuma

item item




  • yağmursuz günlerde servis beklerken sabahları, üstümden kalabalık bir grup kuş sürüsü geçiyor. önce en kalabalık grup geçiyor, akabinde daha az kalabalık grup. ben vay be, hayat ne güzel, doğa işte falan demektense kollarımla başımı kapatmayı ve bu şekilde kafama gelmesi muhtemel dışkılardan korunmayı tercih ediyorum. bunun bir meali olmalı.

  • yılbaşı neşesinin mantığı nedir, yoksa bu bir kurmaca mıdır bilmiyorum. ama böyle renk renk süsler, çam ağaçları falan, bilemiyorum cidden, kararsızım. çok kapılmamakla birlikte süsleyenlere yardım edesim de oluyor, kimse beğenmese de yardımımı.

  • her sabah yürüyüş yapan yaşlı amcalar grubu vardı, hatta yanlarında hep bir de köpek oluyordu. ben servis beklerken yanımdan geçiyorlardı, bir yazımda konu etmiştim. yağmurda pes ederler, yürümezler sanmıştınız di mi? sadece köpek pes etmiş, amcamlar ellerinde şemsiye hızlı adımlar ve neşeli yüzlerle sabah yürüyüşlerini yapıyorlardı. bu sabah, gözlerimle gördüm.

  • kendimi kilit altında gibi hissediyorum zaman beni kısıtlayınca. diyelim ki gazete keyfi yapcam, ama bir süre sonra da bir yerde olmam lazım. ve o saatte o yerde olmak için öncesinde halletmem gereken işler var. işte böyle olunca gazete keyfim strese dönüşüyor. zamanın zsini bile düşünmeden yaşayabileceğim bir hayat için ne yapmam gerekiyor acaba?

  • bazen yaptığımı delicesine değersizleştirme ve manasızlaştırma eğilimim oluyor. belli dönemlerde bunu yapıyorum ve işte böyle zamanlarda insanlığa olan öfkem başlıyor..

  • şu beni geren konuşmayı bugün yapsam diyorum, hazır kotumu da giymişim, ne olacaksa olsun modundayım.

  • kendi şirketim bana milim indirim yaptığı için iş yaptığım eski şirketlerden araba indirimi dilenir oldum. nitekim daha fazla indirim yaptılar. utan ey şirketim!

  • sezen aksu aşerdim, grooveshark sen çok yaşa, iyi ki varsın, add all dedim ve sabahtan beri sezen dinliyorum. iyi geldi..

  • cuma öğleden sonrası başladı. yağmur ve cuma. trafik için başka birşeye ihtiyaç var mı?

3 Aralık 2009 Perşembe

hamile miyim?



anne, her ne kadar blogumu okumadığını bilsem de bu yazıyı sana yazıyorum. olur da bir gün belki okursun, bir şekilde denk gelirsin. ben olduğumu bilmeden okuyuverirsin.


evlenene kadar cinsel hayatıma dair herhangi bir yaşanmışlık tasavvur edemeyeceğinden olsa gerek bu konu hiç ilgini çekmezken ne oldu da bir anda ilgin buna kaydı? ben söyleyeyim; evlendim ve artık cinsel hayatım ulu orta konuşulabilir bir hal aldı, değil mi? ne de olsa size göre biz her gece çılgın aşklar yaşıyoruz ve her gece çocuk yapma ihtimaliyle yatağa giriyoruz. ve yüzümdeki en ufak bir değişiklik hamilelik belirtisi olabilir. ve ben hamile kalırsam şu sıralar bunu istemeyeceğimi bildiğin için de tedirginsin. bana sormadan bebeğe birşey yapar bu diye kuruyorsun kafanda ve beni kenara çekip hakkımı helal etmem böyle birşey yaparsan diyebiliyorsun.


aklım hayalim almıyor. alakasız kişiler bile benim cinsel hayatımı merak edip, soru sormaya yeltenebiliyorlar ya, hele bunu hiç anlamıyorum.


ve ben gerçekten bu meseleye çok sinirleniyorum. size ne ulan benim hayatımdan diye bağırmak istiyorum. torun diye ölmenizin nedenini de anlamıyorum. iki gün sevip üçüncü gün baymayacağınız ne malum, merak ediyorum. ve ben daha kendimi çekip çevirmekte zorlanırken kucağımda bebekle beni tasavvur etmenize ise dayanamıyorum.


bugün sinir yaptım buna, yazmadan edemedim..

26 Kasım 2009 Perşembe

iyi bayramlar!

bayramlardan ne kadar nefret etsem de kutlamadan edemiyorum.. ramazandan çok kurbandan nefret ediyorum, nedense her tür tartışma kurbanda yaşanıyor bizim ailede.. gerilimden hoşlanmıyorum netekim..

25 Kasım 2009 Çarşamba

öfkeli şirin

Bazen bazı insanlara, bazı şeylere, bazı olaylara falan çok öfkeleniyorum. Öyle böyle değil yani, bir an oluyor mesela, gözü kararır ya insanın, aynen öyle oluyorum. Bunun tehlikesinin farkında olduğum için de bu halimi farkeder farketmez kendimi durduruyorum. Saçmalama, sonradan pişman olacağın gereksiz duygulanımlara kapılma diyorum kendime. Farkına varmazsam veya farkına varmak işime gelmezse, üstüne bir de yanımda bana katlanabilecek birisi varsa söyleniyorum da söyleniyorum. Ama yine öfkelendiğim kişi veya olaya bir tepki vermiyorum. Neyse ki vermiyorum çünkü versem muhtemelen beni sağ koymaz tepki verdiğim kişi. Öyle sinirleniyorum işte.

Ama artık ben istiyorum ki, bu iş için ayrı bir dünyam olsun. Öfkelendim diyelim ki, öfkelendiğim kişi veya olay hakkında ağzıma geleni esirgemeden sövüp sayayım, karşımdaki de tüm sükunetiyle beni dinlesin, dediklerimi not etsin, algılasın, bundan sonraki hayatını dediklerimi kaale alarak sürdürsün -çünkü ben çok faydalı şeyler söylediğimden eminim- bana hiçbir tepki vermediği gibi üzerinden biraz vakit geçtikten sonra beni bulsun, bana müteşekkir olduğunu söylesin, sen olmasan yapamazdım desin. Müteşekkirim demezse ben onu dövdürteyim, dövdürttüğüm için müteşekkir olsun. Ama tüm bunlar hayal dünyasında gerçekleşsin, başka bir dünyada yani. O insanlar buluşabildiğim bir dünya olmalı, tek başıma öyle bir dünyada neylerim ben?

Böyle işte, birileri bu işe bir çözüm bulsun, yoksa ben içime ata ata ne hale düştüm, tuta tuta çatlayacağım be adam. Böyle de final olmaz olsun, öfkemle kalkıp zararla bu yazıyı bitiririm.

23 Kasım 2009 Pazartesi

hedefe kitlenip yaşamak yaşamak mıdır?

şu an akşam olsun da şurdan çıkalım diye düşünüyorum. çıkınca kendimi daha iyi hissedeceğimi sanarak. akşam davul iyi geçsin de eve gidip dinleneyim diye düşünüyorum sonra. sonra gece gelsin de yatıp uyuyayım. sonra ertesi gün olsun da işe gideyim ve bu hafta böylece çabuk bitsin diye düşünüyorum.
bu anı pek düşünmüyorum. bu benim her daim problemimdi, nasıl çözeceğimi de bilmiyorum. ama bu şekilde yaşamak çok zor ve sıkıcı. sürekli geleceği düşünmek - ki bir an sonrasını garantisi yok - ne aptalca bir yaşama mevhumu..
sanırım problem zamanla alakalı. zaman diye bir şey olmasa, hiç böyle tasalarım olmayacak. yetişecek bir yer, doldurulacak bir mesai olmasa mesela. gönlümden geçtiği gibi yaşabilsem. zamanın değersiz olduğu, saate bakma gereksinimi duymadığım bir hayat sürebilmek isterdim. fena halde hem de..
küçükken bakkala inip bir adet tadelle alarak geçirebildiğim ruhsal sıkıntım büyüdükçe tatminsiz bir hal aldı..
zihnim bunu inkar etse de bedenim ve beynim edemiyor.

wii wii wii wii



kahve yudumlayaraktan yazıyorum bu satırları, yudumlamadan ziyade höpürdetme diyelim. zira sıcak bu kahve, şimdi aldım ocaktan. dışarda güneşli ve sucuklu bir hava var. evet, evet, sucuk işte, havada sucuk kokusu var, sık sık olduğu gibi.

haftasonu hayatımıza bir oyun konsolu girdi, wii adında. iki gün boyunca tenis, bowling, beyzbol, golf ve boks oynadık. en çok tenis ve boks. kumandayı azcık oynatsan da aynı hareketi yapacakken deli dana gibi yüklenerek hareketi yapıyorum. haliyle hakkaten tenis oynamışcasına sırt kaslarım ağrıyor şu an. oynarken saatlerce boks yapmışız gibi kan ter içinde kalıyoruz. bir spor salonuna yazılmadık belki ama spor salonunu evimize getirdik diyebiliriz bu duruma sanırım. hava durumunu önemsemeksizin istediğimiz vakit tenis oynayabiliriz yani. güzel birşey. gün gelir sıkılırız elbet ama olsun, şimdilik hareket oluyor bize de.. ha bi de, halının üstünde oynayınca, yepisyeni halıların havı çıkıyor, ortalık havdan geçilmiyor. e çıksın tabii, geç çıkmasındansa hemen çıkması yeğdir. düşüncem evdeki tüm halıları belli periyodlarla ayaklarımızın altına sermek ve onların da üstünde tenis oynamak. tüm hav bi kerede çıksın bitsin. tekrar tekrar uğraştırmasın bizi.
sırt ağrılarımı saymazsak - birkaç kere daha oynarsam birşeyim kalmaz sanırım - gayet eğlenceli bir olay bu. akşam gidiyim de biraz antrenman yapayım.

11 Kasım 2009 Çarşamba

rearviewmirror

kış geldi, ağrılı günler başladı. boynumdan sağa doğru kayan, koluma uğrayıp geri dönen, az daha aşağı kayan ve ara ara sol hattıma da bulaşan uyuz mu uyuz bir ağrı yaşıyorum. ağrı düşünmemi bile engelliyor. sadece onu düşünmemi istiyor. ilaç aldım bana mısın demedi. birkaç saat sonra mı bana mısın diyecek bilmiyorum.

dün bir oyuna gittik, bizim gibi arıza insanların varlığını öğrenmek, onları izlemek süper keyifliydi. bir sürü imge, duygu, anı canlandı gözümün önünde. ve ben de 50 yaşımı geçtikten sonra hala böyle şeyler yapabiliyor olmak isterim.

yazamıyorum, zira sol kolum çok ağrıdı, oysa neler neler vardı aklımda yazarım dediğim (abart da okur merak etsin,uyanık seni..)

kısmet başka yazıya. elveda..

4 Kasım 2009 Çarşamba

huysuz ve tatsız kadın

Bir insanın asabiyeti maksimum kaç gün sürer konulu testimize hoş geldiniz. Asık surat, çatık kaş, memnuniyetsiz halleriyle ben yazarınız karşınızdayım.
Öfkeyle kalkan zararla oturur mottosu başta olmak üzere yeryüzündeki bütün özlü sözlere, deyimlere, atasözlerine, laf ebelerine kıl olmaktayım. Beni yatıştırmaya çalışan herkese kulağımı tıkamak, mümkün mertebe kimseye bulaşmamak istiyorum. Nitekim, bu ruh halinde yapmayacağım aşağılıklık yoktur. Kötü bir insanım artık, içim fesat. Yani son iki gündür işte, kötüyüm ben kötüyüm kötüyüm kötüyüm, ishal yapar kustururum, küstürürüm.

Abudik ve de gubidik iş teklifleri alıyorum. Nedendir bilinmez hepsi Gebze'de. Sanırım Gebze bir batak ben de bu bataktan kurtulamayacağım. Hiçbir teklif cazip gelmiyor, hiçbiri heyecanlandırmıyor beni. Eskiden biri iş teklifi için aradığında kalbim güm güm ederdi, şimdi dalga geçiyorum telefonda. Yaştan dolayı da olabilir, umursamazlık ruh halimden de olabilir. İş meselesinde heyecanımı kaybetmiş olmamdan kaynaklı da olabilir. Yaptığım işin güzel bir yanı yok ki bir başkası daha cazip gelsin. Ha, 2-3 katı maaş versinler, giderim. En azından iş dışı zamanımdan nispeten fazla keyif alırım. Ama herşey para da değil. Yok ya, herşey para galiba.

Neyse, budur ruh halim. Don't touch me. Ben can touch this diyene kadar.

30 Ekim 2009 Cuma

ezikus homilus



kürk mantolu madonna'daki madonna ablaya değil de raif efendiye kendimi daha yakın bulmamın hayra yorulur bir yanı olmadığı kanaatindeyim. işte başlığımız da bu yüzden. ezik insanlar, kendini ifade etmekten kaçınan çekingen insanlar.. aslında onlardan biri değilimdir genellikle, daha doğrusu içten içe belki öyleyimdir ama bunu pek dışarıya vurmam. ama bazen pörtleyiveriyor bu halim. misal şu an. kalkıp konuşmam gereken bir durum var ama kalkıp gidemiyorum bile.


bu arada kitap gayet bayık başladı ama ortalarında bir yerlerinde atağa geçti, iyi de oldu. haftalardır sürünen kitabı en nihayetinde bitirebildim. kendimi tebrik ederim.


neyse, ne diyordum, heh eziklik meselesi. insan neden ezik olur acaba? kendine güvenmediği için. peki insan neden kendine güvenmez? bence bu aileyle ilgili bir durum. aile sürekli onu ezmiş ve sen ne anlarsın diye baskılamıştır. ya da konuşmaya teşvik etmemiş, fikrini sormamıştır. fikri sorulmayan insan da düşünemez, düşünmeyen insan da konuşamaz. bu böyle zincirleme uzar gider. düşünme tembeli olur çıkar insan. biri fikrini sorarsa apışır kalır, feleğini şaşar. ama gün gelir birisi ona başka bir dünyanın kapılarını açar. ancak o başka dünyayı onun varlığı yarattığı ve içselleştiremediği için bu başka dünya o varlığın yitip gitmesiyle sona erer.


işte mutsuz son.

26 Ekim 2009 Pazartesi

tavukla güreş

tavuğu poşete sokana kadar yapmadığımız şey kalmadı. kayak, dans, hoppidi hoplama, tokalaşma. allaaamm, tavuk o ya tavuk. neler oluyor bana!

don't let me down



saatler bir saat geri alındı malum, şimdi gerçekten sabah olunca uyanıyoruz, zifiri karanlıkta değil. çok değil elbet ama az da olsa motive edici bir başlangıç oluyor güne. öte yandan bugün resmen afalladım, aha dedim yağmur yağdı yağacak, saat de beşe geliyordu. sonradan jeton düştü, meğersem hava kararmış, saatler geri alındığı için artık karanlıkta çıkacaktık ya hani, o buymuş. pek hoş değildi tabii.


yarın yine güneşlide olacağım. güneşlinin kalabalık ve kışlavari yaşantısında yer almaktan nefret etsem de başka bir şansım yok. bu şirkete hiçbir şekilde değmeyecek bir projeyi ne hikmetse bu sene sonuna kadar bitirmem gerekiyor. neden hedef diye birşey var? ben öngördüğüm herşeyi yapmak zorunda mıyım? öngörmediğim ama mecbur kaldığım şeylerin niye bir değeri yok? veya sadece hedeflerime mi odaklanmalıyım? hedef denen zırva bir işe yarar mı, bir bilen söylesin. bence fasa fiso.


bundan sonra market alışverişlerini el sepetiyle yapacağım. tekerlekli market arabasıyla alışveriş yapınca ağırlığı anlayamıyor insan. taşıyabileceğinden fazlasını yükleniyor ve parmakları kopuyor. bu da kendime notum olsun.


cuma günü geçirdiğim ruhi bunalımın ardından bugün yine araba aldım. düz vites araba kullanmayı tercih edeceğim sanırım, kontrolün bende olması güzel bir his. araba kalktıydı, yavaşladıydı, hızlandıydı derdi olmadan araba kullanmak istiyorum. ama tabii otomatik vitesin de rahatlığı başka. neyse, kendi arabam olunca dert edineyim bunu, şimdilik şirket ne verirse öpüp başıma koymakla yükümlüyüm.


bir saat kadar sonra yeni bir yemek denemesinde bulunacağım. herşey yolunda giderse sebzeli tavuk yiyeceğiz, gitmezse aç kalacağız. gerçi ben dünden kalan üç adet dolmayı lüplettim laf aramızda, ama yemek yapacak kişinin enerjiye ihtiyacı vardır yanlış mı düşünüyorum? afiyet olsun bana.


dün hediye çeklerimizi biri hariç maddiyata dönüştürdük. ev için alınan şeyi iade etmiştik, yerine birşey bulamadık, mont aldık maviden kocama. bana verilmiş olan paşabahçe hediye çekiyle de evimizin ihtiyaçlarını tamamladık. peki noldu? olan bana oldu. karlı çıkan kocam oldu. hal böyle olunca bana da ona gelen d&r hediye çekini lüpletmek düşer.


maç esnasında sokaklarda olmak ne büyük avantajmış, dün bunu hatırladım. mağazalar boş, minibüsler boş, metrobüs boş, trafik yok, insan az. sanki sokağa çıkma yasağı var gibi. ama bir arkadaşım anlattı da, kocası maça gitmiş, 10da maçtan çıkmış, 10.40da daha arabasına varamamış. 11 buçuk gibi ancak modaya gelebilmiş. üstelik maç fenerbahçedeydi. yürüse elli kere varır. bu zihniyeti de anlamıyorum. arabayla çıkılacak gün var, arabasız çıkılacak gün var. illa arabaya binecek hasta ruhlu insanlar. en kötü taksiye binersin yani, nedir bu araba sevdası. ya da maçtan erken çık. neyse, banane, elalemin derdi beni gerdi.


her akşam eve gelsem, muhtemelen bunalırdım. keza öyle bir takım dönemlerim olduğunda da bunalmıştım. insan illa ki bir meşgale istiyor. ya evde düzenli bir iş lazım ya da dışarda. ama sadece mesai saatleri içinde aktif bir insan olmak hiçbir bünyeyi tatmin etmez kanaatindeyim.


domuz gribi salım salım salınırken birkaç hafta içinde hepimiz ağzımıza maske takıp dolaşacağız gibi geliyor, ürküyorum. umarım böyle birşey olmaz. öte yandan ofisteki herkesin çocuğu hasta, insan korkuyor ister istemez. hemencecik geçse gitse şu ne idüğü belirsiz hastalık keşke..


böyleyken böyle, tavuk tüttürcem birazdan, anneme dedim ki bunun kıllarını yakarken yağları damlamaz mı ocağa, damlar, silersin, olmadı tüttürtme, çok görünenleri cımbızla çekiverirsin dedi. marketin ortasında koptum, tavuğa ağda yap diyecek hani nerdeyse.
foto ve başlık ile ilgili kaynak anlatmaya o kadar üşeniyorum ki, bu kadar olur.

21 Ekim 2009 Çarşamba

eve dönüş depresyonu



evlendikten veya bir şekilde anne-baba evinden ayrıldıktan sonra o eve misafir olarak gidildiğinde yaşanan bir depresyon çeşidi varsa dün gece ben bunu yaşadım. yoksa da bunu artık uzmanlar literatüre soksun, yoksa ben sokacağım bir psikiyatrist bulup.

normalde o evde yaşarken salonda pek takılmazdım, zira salonda sürekli dizi izlenir, histerik kadın gülüşlü diziler az duyan kulaklardan ötürü son ses izlenir ve beni çıldırtırdı. odamdayken bile gelir televizyonun sesini kıstırırdım. şimdi misafirliğe gidince haliyle salonda oturuyoruz. haliyle televizyon açık oluyor. ve yine haliyle en histerik kadınlısından bir dizi oynuyor oluyor. misal dün geceki muhteşem histerik kadınlı dizi adı üzerinde küçük kadınlardı. yok efendim küçük kızın günlüğü yayınlanmış da vay efendim ablalarını rezil etmiş, sırlarını dökmüş de. amma da büyük olay, car car bağrınıyorlar.


neyse, mesele sadece bu bücür kadınlar dizisi değil. oraya gidince sürekli bir yeme eylemi oluyor. bir de halıyı ne zaman alacaksınız, arabayı ne zaman alacaksınız muhabbeti. saat belli bir noktaya geldiğinde de muhabbet bitiyor, gözler televizyona kitleniyor. benim zaten 9da uykum geliyor, o kadar yemeğin üstüne göz kapaklarım küçülüyor, hart hurt yenen elma sesleri her zaman olduğu gibi o zamanda da sinirlerimi bozuyor. oradan kaybolmak, yok olmak istiyorum. ama asla düşündüğüm saatte kalkmamıza izin verilmiyor, hep biraz daha oturuyoruz, gecenin bir vakti eve dönüyoruz. neyse ki arabamız olmadığından ve annem onlarca paket yüklediğinden elimize babam acıyor da eve kadar bırakıyor. bir de ona yük olmanın vicdan azabıyla artık araba alalım tekrarları.. rutine döndü sanki bunlar..


neyse, mesele sadece bu da değil.. yıllarca yaşadığım o evde artık kendime ait pek birşey bulamama meselesi. o eve artık bir yabancı gözüyle baktığımda hissettiğim bunalımsı şey. anneme doyamamak ve o kadar hazırlık yaptığı için ağlayarak uzaklaşma isteği. evet, her o evden ayrılışımda kovalar dolusu ağlamak istiyorum. neden bilmiyorum, böyle bir his geliyor, işte psikiyatristlerin araştırması gereken de bu bence. tek denek ben mi olurum yoksa bu bir genel bunalım mıdır bilmiyorum. bunu da onlar araştırsın artık, herşeyi ben bilemem ya.

19 Ekim 2009 Pazartesi

iki kaş bi nefes



kuaföre iki haftada bir kaş aldırmak için giden bir insanım. onun haricinde ancak düğünlerden önce fön ve manikür için giderim, yılda bir kere de saçımı kestiririm. kuaförle düzenli ilişkim kaş odaklıdır. gel gör ki düzenli bir kuaför hayatını en fazla 6 ay sürdürebiliyorum. çünkü bende bir talih var. hangi kuaförü beğensem, hah işte bu, uzun bir süre değiştirmem ben bunu, kaşlarımı hale yola koydu bu dediysem ya zaten hamileydi, ya hamile kaldı, ya işten çıktı, ya başka şubeye geçti. tarabyada da, şişlide de, acıbademde de bu böyle. bana artık doğurmayacağını, işten ayrılmayacağını ve her ne pahasına olursa olsun beni bırakmayacağını taahhüt eden bir kuaför lazım.

şimdilik acıbadem semtinin evime yakın bir kuaföründe geçen salı doğurmuş olan memnun olduğum kadıncağızın yerine işe alınmış olan orta yaşlı bir kadın alıyor kaşlarımı. işinde çok iddialı, üstelik fön çektiği, saç kestiği, manikür, ağda, pedikür yaptığı, kaş aldığı için de kendiyle gurur duyuyor. "ben herkes için dezavantajım çünkü bunlardan birine ihtiyaç duyulan yerde işi ben kaparım" diyor, burnu havada takılıyor.

her neyse, bu muhteşem teyze kendiyle övüne dursun bu yaşa gelmiş hala müşteri gelmeden az evvel sigara söndürmemesi gerektiğini öğrenememiş. burun buruna yakın temas halinde gerçekleşen bu operasyonda teyzenin leş gibi sigara kokulu nefesini içime çekmemek için yeri geliyor dakikalarca nefesimi tutuyorum. ve elleri. bir elini kafamın bir bölgesine koyup işini yapmıyor mu, deli oluyorum. eve gidip tüm suratımı arındırmak istiyorum. ve öyle de yapıyorum.

nitekim bir süre daha bu teyzeye muhtacım gibi görünüyor.

keşke şekilli kaş bantları olsa, onları kaşa yerleştirsek ve cırt diye çektiğimizde kaşımız alınmış olarak görsek. bu teyzelerin kokularıyla falan uğraşmasak. ama bu teknoloji gelene kadar - ki hiç ihtimal yok bence - bende kaş kalmaz zaten.

bakalım önümüzdeki yıllarda kaç kuaförü daha anne yapacağım. anne olmak isteyen kuaför kadınlar, beni arayın, muhteşem kaşçım olun ve 9 ay 10 gün sonra bebeğinizi kucağınıza alın. mucize değil gerçek!

17 Ekim 2009 Cumartesi

izzlenimler



tüm uykusuzluk ve yorgunluğuma, napsam da gelemicez desem endişelerime rağmen sabah malum arkadaşımı arayınca bir anda kendimi saat ayarlarken buldum. az önce satış teorileri üzerinde çalışan, yağmur kesin yağıyordur inşallah temennilerinde bulunan ben değilmişim gibi sabahın dokuz buçuğunda kalkıp 11e doğru izz'e varmıştım bile. varmıştık yani. malum insan çoktan gelmişti führerşayn ile birlikte. (bu da nasıl okunuyor bilmiyorum nasıl yazıldığını bilmediğim gibi, ben böyle okuyorum, bundan sonra da kendisinden böyle bahsederim. biline.) oturduk. mekan müdavimi malum insan tavsiyelerini iletti, eyvallah dedik ve meşhur kahvaltı birer ikişer yağmur gibi masamıza serpişmeye başladı. geldikçe geldi, geldikçe geldi. yamuk şeklindeki tabak setini pek beğendim. sunum başarılıydı. kahvaltı ziyadesiyle doyurucuydu, öyle ki saat gece 10a kadar hiç acıkmadık. kaç bardak çay içtik bilmiyorum, ben minimum on bardağı devirmişimdir. hem göz hem mide doyurucu kahvaltı iyiydi. ama bence iki kişilik değil o gelenler, iki fillik. bizim de filden aşağı kalır yanımız yoktu gerçi, kocamla sildik süpürdük çoğunu ama bir üçüncü olsa insanlık eder ona da bırakırdık birkaç lokma. demem o ki üç kişi doyardı..


sonrasında gırandolaya dolandık. mojitolu ve elmalı vişneli miydi neydi unuttum şimdi, öyle iki top yaladım. güzeldi ama soğuktu. on üzerinden sekiz verilir sanırım.


şimdi düşünüyorum da amma yemişiz. ya bu hayat çok yemek merkezli değil mi? mesela biriyle buluşcak olursun ya akşam yemeğinde ya kahvaltıda buluşursun, biri sana gelicek olur çaya gelir, işten biriyle bişey konuşacaksındır öğlen yemeğe davet edersin. bu yemek meselesi ramazan haricinde de insanları bir araya getiren bir hadise çok fena. kimse size geliyim de muhabbet edelim demiyor. birşey ikram etmediğinde sen zaten kendini kötü hissediyorsun. en iyi misafir ağırlama misafir geldiği andan gittiği ana kadar geçen sürede ikramı eksik tutmadığın misafir ağırlamadır şeklinde bir inanış bile vardır. mesela annem buna inanıyor, buna bir de ısrarı ekle, işte benim annem.


üzerimdeki bu bezgin ve uyku sevici ruh halinden nasıl kurtulabilirim, bu sabah becerebildiğim üşengeçlik yenme halini bir daha ne zaman yakalayabilirim bilmiyorum. kısmet artık..


günün geri kalanında epeydir yapmam gerektiği halde ihmal ettiğim bir takım işleri hallettim, içim az da olsa rahatladı ama asla zaman yetmiyor. isyankarım ey blog, ne zaman yetecek zaman gerçek anlamda!
resmen günlük formatı oldu be, bayık bayık.. bravo!

16 Ekim 2009 Cuma

onun arabası var güzel mi güzel

istanbul'da araba kullanmak için bol vakit, bol para, bol sabır, bol sükunet, bol dikkat gerekiyor. başka bir ülkede araba kullanmadığım için karşılaştıramayacağım ama bütün ülkelerde durum buysa vay halimize. araba kullanmanın neden stresli birşey olduğunu ve neden bu kadar çok kaza olduğunu düşünürken kocamla, bazı çıkarımlarımız oldu, hemen paylaşmak isterim;
- daha küçücükken özellikle erkek çocukların eline hemen araba verilir. hatta bir değil, birkaç araba. çocuk bunları alır, önce koridorda yürütür, sonra yanyana yürütür ama en sonunda sıkılır ve ikisini burun buruna çarpıştırmaya başlar. o yaştaki veletin bile aklı almaz bu arabaların yanyana gitmesi gerektiğini. kardeşlik, barış vs.
- araba kullanmayı öğrenirken bir takım püf noktalar öğretilir bize. önündeki yavaş gidiyorsa geç onu, selektör yak, kornaya bas, küfret, kendini ezdirme, üstüne sürenden korkma, o senden korksun. en hızlı hep biz olmalıymışızcasına eğitiliriz. sonra birer küçük canavar olarak çıkarız yola.
- hız yapmak, kırmızıda geçmek, kuralları çiğnemek cesaret belirtisi olur her zaman. bir kadını sıkıştırdığı ve kornalı, selektörlü tepki aldığı için çok eğlenen, zevkten dört köşe olan pek çok erkek mevcut güzide şehrimin güzel sokaklarında.
- yavaş giden insanlardan nefret etmek de var. yavaş gidiyorsan - yavaş dediğim diyelim ki 90 olsun - bil ki arkandakiler senden nefret ediyor. sen kurallara uyan ödlek bir kedisin. küçümser bakışlarla sana bakıp bakıp geçerler.

araba kullanırken bu saydığım tipolojideki insanlar arasında gidip geliyorum. yani yeri geliyor ben de yavaş giden birine kızıyorum, yeri geliyor bana kızıyorlar, bol bol küfür yiyorum. ama şerit değiştirir gibi bu hal ve davranışlarım da zırt pırt değişebiliyor. zira, yol uzun ömür kısa..

13 Ekim 2009 Salı

ıssız ada(m) keki

cumartesi misafirim gelicek diye ıssız adam keki adıyla tariflenmiş bir kek yapayım dedim. bir sürü yemeğin yanısıra bir de ona bulaştım. ben kekin çiğ halini sıyırmayı çok severim. sıyırırken tadı muhteşemdi. tarçın, ceviz, havuç falan. parmaklarımı yaladım resmen. gel gör ki keki fırına koyduğum anki ebatları ile çıktığı anki ebatları arasında fark <= 0 idi. küçük çaplı gereksiz bir ağlama seansından sonra kendime geldim ama bu kek meselesi beni çok üzdü. ben ki defalarca annemin kekini çırpmış, çok da güzel sonuçlar elde etmiş bir insandım. gururuma yediremedim. daha başarılı bir kek yapmak üzere pek yakında kollarımı sıvayacağım.
hırs yaptım işin özü..
kekten sonra fırının sıcağıyla hemen pişer diye ve kocamın canı çekti diye bir de hamur yoğurup elmalı kurabiye (pasta diye de biliniyormuş) yaptım. kekin siniriyle onlardan da umudum yoktu ama fena da olmadılar hani. afiyetlen yiyoruz.
kabarmayan keki de iki koldan saldırıp nasıl bitireceğiz bilemiyorum ama atmaya da kıyamıyorum.
fotoğrafın meali ise şu ki, ıssız adaya düşerken yanınıza bir iki paket tarihi geçmemiş kabartma tozu almakta fayda var.

8 Ekim 2009 Perşembe

item by item


sabahları daha çok şey geliyor aklıma, o yüzden sabahları yazmaya özen göstereceğim artık. madde madde bir yazı geliyor. tek maddede son da bulabilir tabii, birlikte göreceğiz, herhangi bir hazırlık barındırmıyor.
madde nerden yapılıyordu ya??
heh buldum..
  • sabah rutini diye birşey var. eminim herkesin de vardır. özellikle düzenli bir işte çalışan insanlar için konuşuyorum. benim mesela sabahları servise giderken yaşadığım bir ton aynı şey var. ben merdivenlerden inerken kapıcı dairelerin kapılarında asılı poşetlerden paraları alıyor ki gidip gazete, süt, ekmek,vs alabilsin. sonra ben ona günaydın diyorum, o da bana diyor. apartmandan çıkıyorum. yürürken evin hemen dibindeki dört yol ağzında sarı bir servis arabası üstüme doğru geliyor ve sonra sağıma dönüyor. onu geçince ileride bana doğru yürümekte olan kırmızı ceketli ve her daim kapri eşofman altı giyen 40lı yaşlarında bir kadın görüyorum. en yağmurlu günde bile o kapri çıkmadı altından, şaşıyorum. hatta terlik de giyiyor. son 2 haftadır spor ayakkabıya terfi etti gerçi ama kapri hala kapri. bence spor yapmıyor, bir yere yetişmeye çalışıyor. ve nedense bana çocuk bakmak üzere bir eve gidiyor gibi geliyor. sonra servisin çıkacağı yoldan gri station wagon (böyle mi yazılıyordu bu) bir araba çıkıyor. o çıkınca anlıyorum ki servisi kaçırmamışım. ve tabii tüm diğer olaylar olunca da çıkarımım bu yönde oluyor.
  • son iki gündür altı adet amca da bu rutine dahil oldular. ve bir güzel koca köpek. bu altı amca, hatta bir kısmı dede, yürüyüş yapıyorlar, sarı servisin hemen arkasından karşıma çıkıyorlar. en önde köpek, hızlı adımlarla bana geliyor, bir bakış atıyor ve yanımdan geçip gidiyorlar. amcalarda görülmemiş bir sabah neşesi. spor yapmanın salgılattığı endorfin kaynaklı olduğunu düşünüyorum. amcalar altı kişi halay ekibi gibi yürümüyorlar. nispeten genç olan üçü önde, bastonlu ve yaşlı olan diğer üçü de arkadan yürüyorlar.
  • doğumgünü hediyem olan (doğumgününün bile altını kızarttı bu chrome, of, ayırmıycam chrome, git başımdan) demlik, fincan, sütlük kuşlu ekibini aktif kullanmaya başladığım son bir buçuk haftadır sabah kahvaltılarım daha keyifli geçiyor. bazen ada çayı, bazen bir adet demlik poşetle normal çay demliyorum. normal çayı iki bardak içebiliyorum ama ada çayı yaptıysam ve demliği ağzına kadar doldurduysam bir bardağını paylaşıyorum, zira ikinci bardak fena halde acı oluyor. insanın tüm ağız zevkinin içine ediyor.
  • çalışmalara başlamadan önce toplu oyunlar oynuyoruz. son iki çalışmadır da toplu oyunumuz futbol. minik ve yumuşak bir topun peşinden koşturan 30'lu yaşlarında, çoğu kadın bir grup olduk. 3erli iki grup oluyoruz, biri kalede duruyor, tek kale maç yapıyoruz. futbol gerçekten zevkliymiş, insan hırslandı mı kimse onu tutamıyor. kan ter içinde kalıp, soluğumuz kesilmiyor mu? kesiliyor. hatta dün itibariyle futbol hayatım sona ermiş bile olabilir, zira sol bacağıma yediğim bir topuk darbesiyle sakatlandım. morluk ve şişlik var, basarken de acıyor. ama umarım hemen geçer de sahalara geri dönerim. özellikle erkeklerin top hakimiyetleri acayip, gerçi top yumuşak ve küçük olduğundan onlar da pek rahat oynayamıyorlar.
  • eve geç gelince bir şey yapacak pek vakit olmuyor, o yüzden salı ve perşembelerim çok kıymetli. cumartesi de misafir gelecek, perşembeden alışveriş yapmakta fayda var, bakalım, akşam belki bir karfur falan yaparız.
  • unutmadan yazayım, resim malum arkadaşımızın önerisi üzerine http://www.dutchuncle.co.uk/illustrators/du sitesinden elde edilmiştir. yani siteyi o önerdi yanlış olmasın, yoksa resmi ben kendi zevkimle buldum. çok da zevkliyimdir yani..
  • bugün perşembe, olası patlama günü. çarşamba yapılan geçişin ardından perşembe ofis günleri hep tedirgin olur, gerçi alıştık artık.
  • ekim bitse de şu dilli kirazlı gossip girl yaprağından kurtulsam. kasım'da ne var acaba? bakmadım, heyecanı kaçmasın diye. big bang theory yoktu heralde bu takvim basıldığında, seneye artık kısmet..
  • artık mesaime başlasam iyi olacak, yıl bitti, hedefler kaldı.
  • fotoğrafın anlamı; bu bünye o adacığa doğru güzel bir gece yürüyüşü yapmak istemekte. her neredeyse..

kısa bir not

kulaklıkla müzik dinlerken başlangıcında tek bir kulaklıktan ses gelen şarkılara uyuz oluyorum. tek kulaktan müzik dinlemek kadar asap bozucu bir şey yok nazarımda..
bkz: every you every me - placebo.
bu arada chrome kurmuştum, türkçe olmayan her şeyin altını boyuyor bu yazım hatası diye. bir de bitişik yazdığım her şeyi de boyuyor, o yüzden bitişik olması gerekenleri bile ayrı yazdım. kırmızı çizgili yazı bende hatalı bir insanmışım hissiyatı yaratıyor.
madde madde bir yazı.. az sonra.. umuyorum ki süper bir de fotoğraf/resim bulucam.. (bak işte bulucamı da boyadı bu chrome, bulacam, dövecem, yapacam, edecem, ne var yani?)

6 Ekim 2009 Salı

nasıl?

çok niyetleniyorum, şu şablonu değiştireyim, arka plan koyayım, üste resim koyayım, afilli olsun sayfam falan.. ama olmuyor.. bir türlü beceremiyorum. varolan şablonları beğenmiyorum, zaten çok az seçenek var. neden böyle dandik bu blogspot? blogspot duy sesimi..
hevesim sürekli kursağımda kalıyor.
hani elimde çok muhteşem resimler var ve yapamıyorum diye birşey de yok. ama imkan olsa ben anında resim yaratırım gibime geliyor.
öylesine paylaşayım istedim.. derdime derman olabileceklere selamlarımı iletirim..

2 Ekim 2009 Cuma

ne baktın?


boş yere ağlama kendini bağlama ankara kızlarınaa..

Bugün Cuma, içimden kocaman bir yazı yazmak geliyor. Ama yazmayacağım, gıcığım..
Bu hafta hızlı geçti zira iki gün şekerpınarında değil güneşli bir yerlerdeydim.. pek güneş olmuyor gerçi o ahırda da.. bura akvaryumsa orası da ahır..
not: başlık şarkısı kocamın ankara seyahatimiz boyunca sürekli dilindeydi. nedendir bilmiyorum, ama şarkının müziği benim de hoşuma gittiğinden dilime takıldı.. her gelen ağladı, kalbini bağladı, ankara kızlarına diye devam ediyor.
yanağımdaki ve gıdığımdaki sivilceler neyin habercisi onu merak etmekteyim.. hadin hayırlısı..

28 Eylül 2009 Pazartesi

there is no such think as a simple miracle

yine bir dolu ara verdim yazmaya. malumafatrus arkadaşım hatırlatmasa yazacağım gene yok ya neyse ki kendisi hatırlatıyor.. bayram tatili geldi geçti, geçen hafta da bitti, eylül'ün son demlerini yaşıyoruz. 2009 bitti bitecek.. nereye gidiyoruz? elimize ne geçecek böyle yaşamakla, bilinmez..
bayram ziyareti esnasında ankara'da muhabbet ederken ilker'in teyzesi dedi ki; "sizin yaşınızdayken bizim işyerinde çalışan 50 yaşlarındaki kadınlara bakar, vay be nasıl çalışmış bunca sene derdik. şimdi 30 yıl çalışıp emekli olduk. zaman nasıl geçti belli değil. zaman geçmez, ben yaşlanmam diye düşünmeyin." çok farklı düşünmediğim için vay anasını ne güzel konuşuyor demedim ama hatırlatma açısından iyi oldu tabii. yaşlanmak için mi yaşıyoruz peki? tamam diyelim ki ben 23 yıl doğuşta çalıştım, sonra emekli oldum, eee? madalya mı takacaklar bana? ya da burdan ayrıldım, başka yerde çalıştım. nedir yani? bence iş olmasa hayat anlamsız olur. her ne kadar her sabahın köründe kalkıp, ne giycem bugün dertlerine gark olup işe geliyor olsam da, evde pijamalarımla kalıp da napıcam? ev tabii ki de çok çekici ama yapacak birşeyi olmayan insanın yapabileceği tek şey kafayı yemek olacaktır. ya da kendine yeni uğraşlar bulacak.

dün awakenings diye bir film izledik. oldukça eski bir film olmasına rağmen yıllardır neden izlemedik bilmiyorum. izlemeyenler kesinlikle izlemeli bence. hem robert de niro'nun oyunculuğu muhteşem, hem de konu, kurgu, herşey. zaten gerçek hikayeye dayalı bir filmmiş. bir adamın kitabından uyarlanmış. hayata dair çok vurucu noktaları var. bu sulugöz kocamla aynı noktalarda gözlerimiz dolmuyor mu, hasta oluyorum. tam ağlakken ona bakıyorum, onun da gözler su baloncuğu olmuş hemen..

araba meselesi uzadıkça uzuyor ve her karar anında olduğu gibi yine ziyadesiyle kararsızız. bakalım nolacak? kararsızlık uzadıkça sinirlerimiz de bozuluyor ister istemez..

işyerinde sakız çiğnemek ne zaman yasaklanacak? kimse çağrılarıma, imza kampanyalarıma cevap vermiyor. bir tek ben miyim bunu isteyen?

insanın yakınındaki insanlara kıl olması, onlardan kaçacak delik araması ne sinir birşey. kötü bir iş ortamında çalışmaktan daha büyük ceza olabilir mi? kimseyle anlaşamadığın, kimseyi sevmediğin bir ortamda çalışmak.. iş değiştirme konusundaki en büyük çekincem de bu. yeni ortam, yeni insanlar.. bütünüyle sevimsiz birşey iş değiştirmek.. nefret ediyorum çok çok çok..

bu arada dün filmi izlerken yaptığım tüm tahminler tuttu. film çekim camiasına el mi atsam ne? sökmüşüm ben bu meseleyi. oley!

robert de niro'ya hayran ötesi oldum. hastasıyım adamın.. gençliğinde bir içim suymuş resmen, bir de süper oynamıyor mu! kıskandım çokkk..

malumafatrus gibi madde madde olmasa da daldan dala modeli bir yazı oldu. bir de resim bulabilseydim iyi olacaktı. klasik resim kabızlığım üzerimde, kasamayacağım..

14 Eylül 2009 Pazartesi

bunalım soğuk yenen bir mezedir..

resmen girdim yine, evraklarımı imzaladım, bunalıma mührü bastım. neden, niçin, niye? hepsi veya hiçbiri. neden yok ve neden çok. gelmiyor içimden hiçbirşey..
kendimi kötü hissediyorum. eylül depresyonu belki bu, belki pms sendromu, belki anlık bir bunalım, yarım saat sonra geçecek. kim bilir?
hiçbirşey tatmin etmiyor şu anda beni. hiçbir düşüncem iyi gelmiyor bana, düşünmemeye çalışıyorum ben de..
oysa herşey ne kadar da boş. ne gerek varsa, vay bunalım girdim, vay depreştim. boş bir ruh hali. yine de kapılıyorum. hormonlara suçu atayım hemen. evet evet, hormonal olduğu şüphe götürmez bir gerçek.
yazamıyorum, baydım kendimden. okumayın siz de, içinizi kıyarım kıymık kıymık.. ıyk..

11 Eylül 2009 Cuma

hayaletlere inanır mısınız?



oldum olası hayaletlere inanmışımdır. neden bilmiyorum. biri bana gelse dese ki benim hayalet bir arkadaşım var, bir iki de ispatlamak için birşeyler söylese hemen inanır, görmesem bile onunla iletişim kurmaya debelenir dururum. ister saflık diyin, ister pisişik güçlere inanç diyin. inanıyorum işte. ruh ve beden diye iki ayrı şeyden oluşuyorsak, neden bir gün biz de hayalet olmayalım.

ve ben hep hayalet olmak istemişimdir. kimse beni görmezken onları görmek, gizli saklı ne varsa öğrenmek ortaya sermek.

şimdi bütün bunlar nerden çıktı tabii, di mi? malumafatrus arkadaşımın verdiği bir kitabı okumaktayım da ordan çıktı. marc levy - keşke gerçek olsa adlı kitap. derin komada bir kadının hayaleti tek bir kişiye görünüyor ve olaylar gelişiyor. daha bitirmedim ama güzel bir kitap, o yüzden fazla spoil etmiyeyim. okumak isteyen olabilir.

böyle işte. hayalet olma hayalleriyle başlayan cuma sabahı bakalım nasıl devam edecek? bugün yağmur fena bastıracak diyorlar, belki erken tatil olur. umuyorum ki.
fotodaki amca bilin bakalım kim?
a.kuzenin
b.amcan
c.enişten
d.marc levy

4 Eylül 2009 Cuma

amsterdam



Varsay ki amsterdam'a gittim, bu otelde kalıyorum. üstümü giyindim, lobide akşam yemeğini bekliyorum. sonrasında da yürüyüşe çıkacağım. az tanıdığın bir şehirde yürüş yapmaktan daha keyifli birşey olabilir mi? elime harita da almıyorum. acaba dönüşte oteli bulabilecek miyim? derdim, tasam yok. yalnızım. arkadaşım, ayak uydurmam, beklemem gereken kimsem yok. hava hafif karanlık, üstümde inceden bir penye, uzun kollu. yürüyorum. kolkola, elele insanlar geçiyor yanlarımdan. taksiler yavaşlıyor binecek miyim acaba diye bana bakıyor. pas vermiyorum, nereye gittiğimi ve nereye gitmem gerektiğini bilmeden, öylece yürüyorum. arkamda ekmek kırıntısı da bırakmıyorum.

nehire doğru gidiyorum. nehrin iki yanında kafeler var, barlar, coffee shoplar. gözucuyla bakıyorum, masalarda gevşemiş kadınlar ve adamlar var. gözleri kısık, yüzlerinde bir gülümseme. konuşmuyorlar. elleriyle sarıyorlar tütünleri kağıtlara. kaçtan beri orda oturuyorlar acaba? bu hale gelmeleri için en az bir 3-4 saat gerekir heralde.

birine girsem ve şu esrarlı keklerden mi istesem diyorum. çekiniyorum. kafayı bulur, oraya yapışıp kalırım diye kendime güvenemiyorum.

güzel müzik çalan bir bara girmek istiyorum. ama önce biraz yürümem lazım. keşfedilecek çok fazla sokak var bu şehirde. üstelik hava hala az biraz aydınlık...

güzel fotolu yazı


çorbalar nereye gidiyor? o masa neden boş? burası ev mi? domates çorbası ve üstündeki de kaşar mı?
sandalyelerin yamukluğu, üstten görünmesi ve çorbaların biraradalığı hoşuma gitti. ama böyle bir resim hakkında ne yazabilirim bilmiyorum.
hm, olay amsterdam'da geçiyormuş, resmin kaynağı olan nasyonel coğrafya'da böyle yazıyordu. amsterdam çok güzel şehir, keşke bir kez daha gidebilsem. (yazar burada ben daha önce amsterdam'ı gördüm diyor, hava atıyor)
bugün cuma, iş çıkışı mesela, çok zengin olsam, hop bir uçağa atlar, giderdim amsterdam'a. ama ezik ülkeyiz ya biz, ondan önce seksenbeşbin tane evrak toplayıp vize kuyruklarında helak etmem lazım kendimi. ki iki gün için buna değmez. yani zengin olsam vizem otomatik elime gelecekse olabilir tabii.. uğraşamam cebimden paralar taşarken vizeyle mizeyle..
şu non-zengin halimle abudik gubidik hayaller de kurdum ya, helal olsun bana..
bugün cuma malumunuz. cumaları ortaokul ve lisedeyken 2 de çıkardık. o günlerden kalma bir alışkanlık dolayısıyla 2den sonra çalışamıyorum cumaları. içimde her an çıkacak olmanın hafifliği.
bir de alakasız ama aklıma geldi. ortaokulda falan sınıfca pikniğe gidileceği günler herkes serbest kıyafet gelirdi de birbirimizi süzerdik inceden inceden. amma abartı giyinmiş, tişörtü eski, fakirler heralde, pantalonu kısa, vs gibi yüzeysel çıkarımlarda bulunurduk. insanlar pek değişmiyor bence, işyerinde de aynı gözle bakıyor birbirine. ha ortaokul ha işyeri. bu zaten pekçok insan için farketmiyor.

3 Eylül 2009 Perşembe

i need some pictures

çok güzel resmi olan bir yazı yazmak istiyorum.. evet evet yazacağım!
ama önce resmi bulmam lazım!

31 Ağustos 2009 Pazartesi

placebo dinleyerek yazdım

bana sanki her gün bir yazı yazıyormuşum gibi geliyordu, bilemedin iki günde bir bir yazı. ama şu soldaki istatistiki bilgilere baktığımda görüyorum ki bu ay sadece 7 yazı yazmışım. Nasıl oluyor da oluyor? Birisi benim yazılarımı mı siliyor? Yok artık, abart!

neyse, dün CV'mi güncelledim, soyadımı, medeni halimi, adresimi değiştirdim. ne çok şey değişmiş hayatımda. bir anda.. ama yine belli pozisyonları seçtim, oysa hiçbirini istemiyorum. üstelik şimdi ararlarsa napıcam ben diye de strese girdim. şirketi neye göre değerlendircem, pozisyonun nesine bakıcam, kaç para isticem, nolacak.. rahat olmam gerekiyor heralde, sonuçta peşimden kimse koşturmuyor, daha iyi olduğundan emin olmadan bir adım atmam.

bir de dün eskiden aldığım - eski dediğim geçen yıl almışımdır en fazla- bir gömleğimle maceramı anlatmak istiyorum. gömleği deniyim dedim, gömleğin düğmeleri, özellikle de alt düğmeleri kapanmadı, kapanmamak hafif kalır! arada 10 cme yakın boşluk kaldı. hayatımda ilk defa başıma böyle birşey geldi. her zaman üstü zayıf, altı tombul bir insandım ben. üstüm bin yıllardır aynı bedendir. göbeğim yoktu. kalçadan itibaren genişlerdim. ama o da nesi, bir simit bürümüş göbeğimi, düğmelerin kavuşmasına engeller olmuş. küçük çaplı bir sayıklamalı krizin ardından silkindim ve yeni hafta, yeni kararlar ile kendime geldim. rejime başladım. daha önceki rejimimi aynen uygulucam. o zaman 8 kilo vermiş, uzun süre de geri almamıştım. yine yapabilirim. akşamları az yemek, biraz hareket.. kendime güveniyorum..

iyi bir hafta olmasını umarak bye..

28 Ağustos 2009 Cuma

burada bana ayrılan sürenin sonuna geldik bence..



şimdiye kadar en uzun çalıştığım yer burası oldu. bundan önceki rekorum 2,5 yıl idi, burada 3 yıla birkaç ay kaldı. sanırım yetti bana. gebzeye taşındığımız için işten ayrılan şefim benim iki, bilemedin üç ay buraya dayanabileceğimi, üç ay sonunda basıp gideceğimi tahmin ediyordu. onu yanılttım. ama neden? keyfimden mi? hayır tabii ki de.. ekonomik kriz sağolsun. iş var da biz mi değiştirmiyoruz. gerçi kriz de bitti bence, giden gidiyor, iş arayan buluyor. cvmi güncellesem, iki afilli lafa tıkıştırsam ararlar beni de zırt pırt.

ama istemiyorum sanki.. yeni bir iş, yeni bir ortam, yine saçma sapan insanlar.. hiçbirine hazır değil bünyem. artık kendi kontrolümde bir işim olsun istiyorum.

istiyorum ama henüz bir tek kişiyi bile kontrol edemeyen bir insanın kendi kontrolünde bir İŞ kurması ne kadar hayali..

Burada iki kişiyiz, sözde ben sorumluyum yani hesap sorulacak olsa bana sorulacak ancak ikimizin de title dedikleri .oku aynı. sözde sorumluyum yani. zaten kendisi de hiç böyle davranmıyor. tiiii ye alıyor beni, kendi başına işler yapıyor. hiçbir halttan haberim olmuyor. haber ver diyince ben kötü oluyorum. ben terfi almadan falan da herhangi birşey değişeceğini sanmıyorum. gerçi terfi alsam bile değişeceğinden şüpheliyim..

sonuç olarak baydım artık bu şekilde çalışmaktan. motivasyon yok, teknolojidekiler desen ayrı bir haldeler.

boş işler bunlar, hepsi o kadar boş ki. şuradaki herhangi bir konu hakkında bir an bile canımı sıkmam kadar gereksiz birşey olamaz! gel gör ki bu şekilde yaşamıyor bu şapşal bünye..

not: fotoyla yazı arasında bir bağlantı kurduysanız mesele yok. kuramadıysanız açıklayayım; hiçbir bağlantı yok, bu amcadan bir foto kullanasım geldi.. hepsi bu..

25 Ağustos 2009 Salı

good morning!

sabahları neşe dolu olan insanlara hastayım. yani bu hasta ne açıdan hasta diye soracak olursanız cevap veremem. zira bazen acayip sinir oluyorum, bazen de çok kıskanıyorum. ama şundan eminim ki sabahları yataktan nemrut bir şekilde değil de sempatik sempatik kalkan insanları seviyorum. her daim olmasa da uyanır uyanmaz espri yapabilen insanlardan biri olarak bu huyumun hastasıyım. ama servise binip, servisten inip ofise yürürken etrafımdan geçip giden neşeli kalabalıklara kılım. neden? çünkü ben ikinci kez uyuyor oluyorum, onlarsa uyanmış oluyorlar.

ama ne olursa olsun her sabah uykumun en tatlı yerinde o sımsıcak yataktan kalkmaktan hiç mi hiç hoşlanmıyorum. 9 gibi daha makul bir saatte uyanabilmeyi ne de çok isterdim. hadi 8:30a da razıyım, ama 6.10 çok erken be kardeşim. 12den önce uyumayan bünyeye 6 saat uyku yeter mi hiç? yettiğine rastlamadım. 10da da uyuyamam valla, ne öyle tavuk gibi. yat kalk işe git, ne biçim hayat?

neyse, kahvemi içeyim de uykum açılsın. gerçi benim buna da inancım yok. kahve benim uykumu açmıyor valla.. eskiden ders çalışırken 12de başlardım kahve içmeye, iki koca fincan kahveyi devirdikten yarım saat sonra masaya devrilirdim.. kahvenin uyku açtığı psikolojik, en azından benim bünyemde..

budur diyeceğim sabah sabah.. bu arada iyileştim, bugün salı, incik beni bekler, yiyim de iki gün işe gelmiyim, hafta 3 gün yaşansın ve bitsin saygısızca..

bu yazı vesilesiyle yeni izleyicim fery arkadaşıma selam eder, kalp kalbe karşıymış derim. çünkü geçen hafta ben de onun blogunun izleyicisi olmayı aklımdan geçirmiş ama "nerden çıktın kız" der diye vazgeçmiştim, sırf asosyallikten.. neyse.. ben de sosyalliği öğreneceğim, yavaş yavaş..

20 Ağustos 2009 Perşembe

uçamıyor ama kanatlı.. hayvan..

bu hastalık denen şey cidden çok bela birşeymiş. elinden hiçbirşey gelmiyor, biraz titre bakalım diyor hastalık, zangır zangır titriyorsun, biraz da yan diyor, alev alev yanıyorsun, koş tuvalete diyor saatlerce çıkamıyorsun, kus diyor hah işte onu yapamıyorsun.. neyse, kusmak iyidir deyip kusmayı da başarabildim. kendimi tebrik ediyorum.
ağzıma zorla sokulan pattis parçaları, ucundan acık muz, bir koca şeftalinin zorla yedirilmesi.. yemek yemeyi bu kadar seven bir insan olmama rağmen tek parça birşeyi bile ağzıma atmak istemedim. benim açımdan çok şaşırtıcı..
hala da öyle aslında, yemek düşününce midem bulanıyor.
bugünü de atlatsam bir şekilde. neyse kötü olursam koşarak uzaklaşırım..

18 Ağustos 2009 Salı

twitterdayım! neyse bu..

ne olduğunu anlamadığım twitter'a da adım attım. hiçbirşeyden geri kalmamam lazım!
https://twitter.com/karabatakk

karar.

rahatsız bir insan olduğuma karar verdim.
nokta.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

yapışık ikiz mi oluyoruz evlenince?

evlendikten sonra herkes bizi birbirine yapışık iki insan sanmaya başladı. hani öncesi yokmuş, biz eskiden birlikteyken aslında birlikte değilmişiz gibi.. tek başına birşey yaptığında e peki o sırada kocan naptı diye sormaları bizi birey olarak düşünmedikleri, bir ekip olarak düşündükleri anlamına geliyor. onsuz bir yere gittiğim için neredeyse suçlar derecede yaklaşımda bulunanları ise gözardı etmekten başka çarem yok. onları tartışma konusu bile yapmaya değmez.

bu durum fena halde asabımı boza dursun, insanlara hesap verme durumunda kaldığım ve onları başımdan defedemediğim için de çok mağdurum. sanane de geç di mi? yok ama, illa muhatap olcam, ne kadar sinir olsam da cevap vericem, mantıklı gerekçelerimi açıklıcam. mantıklı gerekçem yoksa gidemezmişim gibi savuncam kendimi. oysa sizene lan, gerekçem de yok, keyfim öyle istedi, bıraktım gittim. kocam bunu mesele etmiyor, sen ne halt etmeye mesele ediyorsun! yürü git! diyebilmek isterdim..

hayatımı hala tam olarak bir düzene oturtabilmiş değilim. hangi gün çalışmaya gidicem, davulu ne gün çalışcam, ne gün derse gidicem, vs.. bazen şu an bulunduğum yerde bulunmam çok anlamsız geliyor. bu kadar hantal bir iş yapmak zorunda mıyım gerçekten de? daha hareketli bir işim olamaz mı? kaseyi üstüne otura otura günbegün daha da büyütmenin anlamı ne ola ki? alternatifim ne olabilir mesela? nasıl bir yol izleyebilirim? bir sürü soru.. klasik.. yılda onlarca defa yaptığım cevapsız sorgulamalardan biri daha.. hiç şaşırtıcı değil di mi?

bugün 17 ağustos, depremin 10. yılı ama bana depremden önce babamın doğumgününü hatırlatıyor. bir ay sonra da benimkinin olduğunu hatırlatıyor ve içime doğumgünü bunalımının zerrelerini serpiyor. bir insan doğumgününde bu kadar mı depresif olur. ben her defasında bunu başarıyorum.. helal olsun bana helal olsun!

budur..

14 Ağustos 2009 Cuma

tuhafçıktan

çok tuhaf bir yorgunluk var bünyemde. günlerce hatta haftalarca uyuyabilirim gibi geliyor. bu hormonlar beni acayip endişelendiriyor. benim bedenimdeki potansiyel enerjinin açığa çıkmasını engelliyorlar sanki. yani ben mesela şu an bir sürü şey yapabilecek nitelikte bir insanım. ama gel gör ki bu kansızlık olsun, kansızlıktan olduğuna kendimi inandırdığım ruhsuzluk olsun benim bu yapabileceklerimi yapmamı engelliyor. ben de buna fena bozuluyorum. yaşlandım ondan heralde diyorum ama yok kardeşim yaşlanmadım ben. bundan on yıl önce de böyleydim. yok lan değildim, atmiyim.

kafam karışık anlayacağın. ama bazen burdaki stajyerleri falan görüyorum, çok enerjikler diyorum kendi kendime. her an koşup atlayabileceklermiş gibi bir halleri var. maç var lan yetiş dese mesela biri, anında altından pantalonunu çıkarır, bir şort uydurur, onu geçirir ve koşa koşa merdivenlerden inip maça gider gibi. oysa bana biri buna benzer ama bana cazip gelecek bir teklifte bulunsa, bir dolu düşünürüm, tartarım, gitsem nelerden geri kalacağımı, gitmezsem onun yerine ne yapabileceğimi, kılığım kıyafetim bu olaya uygun mu değil miyi, kim kim gidileceğini, vs, vs bir sürü gereksiz detayı düşünür, teklifi de kaçırırım, o anı da kaçırırım.

o zaman ne diyoruz; insan büyüdükçe - yaşlandıkça demeye dilim varmadı - ihtiyatlı davranıyor. içinden geldiği gibi koyverip o anın tadına varamıyor. neden? tıpkı bebekken herşeyi yapabilmek, büyüdükçe hareket alanımızın kısıtlanması gibi. bebek istediği her türlü sesi çıkarır, en sessiz anda, asla konuşulmayacak bir ortamda, cıyaakkk diye bağırıp ortalığı ayağa kaldırabilir. kimse de ay bu ses nerden çıktı, sus ulen bücürük diye ona kızmaz, olağan karşılar. hatta tebessüm bile ederler. ama büyük biri benzer birşey yapsa terbiyesiz, ahlaksız, yuh artık gibi sıfatlara maruz kalır.

tavuk pirzolaya koşuyorum, bye for now.

31 Temmuz 2009 Cuma

aksiyim bugün..

her işim de aksi gidiyor. fena halde midem bulanıyor şu anda. herşeye sinirleniyorum. yanımda sürekli sakız çiğneniyor. dayanamıyorum. kullanıcıların aptal salak taleplerinden bıktım artık. acayip içim daraldı. gitmenin heyecanı değil stresi sahip oldu benliğime. süper sinir yaptım şu an. birşeyleri vursam kırsam rahatlarım belki ama yapamam. burda sinirlensen de sinirlendiğinde kalırsın. üstüne bir de herkes seni ayıplar. arkandan konuşur.
buraya girdim gireli ben de dedikoducu oldum. herkes de dedikoducu. dedikodu bi dinamizm katıyor sanki buradaki hayata.
ama burası bir akvaryum. bizler de nefes bile alamayan balıklarız. nefes alamayacağımızdan o kadar eminiz ki denemiyoruz bile.
hayatla tek bağlantı kulağımdaki kulaklık. müzik dinlemek iyi geliyor bir tek. onda da hep aynı şarkıları dinlemekten sıkıldım.
yaşlandığımı hissediyorum. tombul ve yaşlı bir kadın olmama ramak kaldı.
bundan çok memnuniyetsizim.
birşey olacak ve herşey başka türlü olacak gibi geliyor ama ben kılımı bile kıpırdatmazken hiçbirşey olmaz ki..

28 Temmuz 2009 Salı

hazzetmiyorum

** tuvaletlerin tümü dolu olduğunda biri çıkar çıkmaz onun çıktığı tuvalete girmekten.. neden? bir sıcaklık hissediyorum içimi kaldıran!
** sakızı patlata patlata çiğneyen insanlardan.. neden? ses sinirimi bozuyor, kendim de aynı şekilde çiğnememe rağmen başkasının çiğnemesine dayanamıyorum.
** getirilen bira bardağının altından üstüme su damlamasından.. neden? ne suyu olduğu belirsiz olduğundan.
** sürekli oturarak çalışmak zorunda olmaktan.. neden? belim, boynum ağrıyor, bayılıyorum.
** bana ödev verilmesinden.. neden? ödev yapmak için çok yaşlı ve tembel olduğumdan..
** kendine hiçbir zararı olmayan bir durum karşısında sırf uyuzluğuna başkasının menfaatlerini engellemeye çalışan insanlardan.. neden? çünkü onlara bilinen bir zararı yok.

çam ağacının gölgesinde..

iki üç kişi başında bekliyor. ufalmış gözleri ıslak ıslak hepsinin. sonra birisi gidiyor, içlerinden birine yürekten sarılıyor, sıkıyor, sıkıyor. gözleri hafiften açılıyor, teselli kelimelerini ya duyuyor, ya duyarmış gibi yapıyor, başını sallıyor. sarılan bırakamıyor, bıraksa yere düşecekmiş gibi. sonra bırakıyor, uzaklaşıyor ve bir başkası aynı şekilde geliyor. benzer şeyleri hissederek, benzer şeyleri yaşayarak yanından uzaklaşıyor.

görünürde çok kalabalık, sonuçta ise tenha. gene iki üç kişi kalıyor, üstelik bu sefer başında bekledikleri kimse de yok. son bir buse konduruyor örtünün altındaki yanaklara, örtüyü kaldırmadan. gözleri iyice küçülüyor, ıslanıyor, çukurdan çıkıyor.

son kez sesini duymak için, kokusunu saklamak için herşeyi yapmaya razı. elinden gelen birşey yok. iki kardeş sarılıp sarılıp ağlıyorlar. yalan kelimelerle birbirlerini teselli etme çabasında.

etraftakilerin samimi ama kulağa birşey ifade etmeyen sözcükleri bir rüzgara kapılıp, geçip gidiyor. yapayalnız olduğunu bir kez daha hatırlıyor. herşeyin ne kadar boş olduğunu, boş endişelerin nasıl da büyütülüp gereksiz yere hayata dahil edildiğini hatırlıyor. buna nasıl dayanabileceğini soruyor kendine. cevabını bulamıyor.

onu orada tek başına, çam ağacına emanet edip uzaklaşıyor. bir çam kozalağı düşüyor üstüne. ama acıtmıyor..

22 Temmuz 2009 Çarşamba

hayvancılık

2009'un başında mı başladı emin değilim ama nedense metisin hayvanlar ve insanlar ajandasını aldıktan sonra başladı gibi geliyor. ne mi? hayvanlara olan yakın ilgim. ilgi dediğim sadece yavru kedi görünce ses inceltip, bağrına basma isteği duymak değil. çok daha farklı birşey. sanki onları anlayabiliyormuşum gibi bir hissiyat. gözgöze geldiğimizde iletişim kurabiliyormuşuz gibi geliyor, belki çok boş bir inanç ama inanıyorum napayım.
onlar bana asla zarar vermezmiş gibi geliyor, yani bizim aramızda farklı bir etkileşim var, ben onların nazarında özelmişim gibi. tuhaf bir hissiyat, ama bence güzel. evdeki maykılla bile bir yakınlığımız var sanki. yanından geçerken selam verdiğimde selamımı alıyormuş gibi geliyor. ve seviniyor gibi geliyor.
ama eve hayvan alma konusunda tedirginim. yani hayvanları bir eve tıkmak mantıklı gelmiyor. onu eve alana kadar sokaktaki sahipsiz hayvanlara ilgi gösteririm daha hayırlı bir iş olur gibi geliyor. haliyle balığın dışına çıkmam heralde. balık da özel durumda, sokakta görüp ilgi gösteremeyeceğime göre, - gerçi su altında gördüğü her balığa el sallayan bir insanım ama su altı imkanı yılda 2 haftadan fazla olamadığından kesmez beni bu - balığı eve kapatmanın bir sakıncası yok. gerçi o fanusun içinde dört döne döne bayıyor bence hayvancık ama off.. neyse.. onu zaten doğasından kopartmışlar bi kere.. di mi? evet evet. doğru diyorsun.

21 Temmuz 2009 Salı

yeni yine yeniden..

yeni şablon eyledim, sıkılınca saç rengini değiştiren kadınlar gibi hissettim..
azcık açık ton olsun, yazlık olsun, kolsuz olsun istedim.

tell the girls that i'm back in town..


döndüm.. herşey bitti, sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi.. yani normal hayatım devam ediyormuş gibi.. tuhaf bir ruh halindeyim. adapte olamıyorum, aklım az çalışıyor gibi, dalıp dalıp gidiyorum. neyse, yakında toparlıcam inşallah.

bu ara dalasım çok var. balıklarla balık olasım, sualtında klostrofobiden çırpınasım var. çok özledim.. çok yaptım da özledim gibi oldu ama olsun, bi kere de yapsa insan sevdi mi seviyor dalmayı.. güzel bişey..
bazı kararlar almanın eşiğinde kararsızlığın beşiğindeyim.. karar almaktan çok yoruldum gerçi ama yine de alacağım gibiyim.
şimdilik böyle, yeni ruh halimle yeni yazılarda görüşürüzz..

11 Temmuz 2009 Cumartesi

bekar son saatler..

yasaklanmış bana şikayet yazısı yazmak ama düğün sabahı gene blogumun başındaysam vardır bir serzenişim yedi cihana.. neyse, yasaksa yasaktır, uzatmiyim, şikayet etmiyim tamam.. zaten şu saatte ayakta ve online olmam da birşey ifade edecektir pek muhteşem izleyicime. saatler kaldı olayın başlamasına.. ve tabii ki de tatile..
hadi bakalım, bugün için bana bol şans!

8 Temmuz 2009 Çarşamba

benzemek

insanın annesine babasına benzemesi hep tuhafıma giderdi. ama şu sıralar bunu bu kadar yakından hissetmek, daha bir acı.. yani anne baba sevilmediğinden değil bu söylemem. ama onların beğenmediğin her yönüne sahip olduğunu farketmek, insanın komiğine de gidiyor bir yandan.
nasıl ve kimle yetiştirilirsen onun gibi oluyorsun, kaçışın yok. ben buna eminim!
ama sanırım iyi yönlerini de görmek lazım, hem kendinin hem benzediğin kişinin. başka türlü nasıl dayanılır yaşamaya..

7 Temmuz 2009 Salı

bit bit bit bit bit bit bit bit bit

her gece aynı ve aynı sendromlar. artık bende sinir falan kalmadı. gerçekten dayanamıyorum. bu anlamsız ve boş tartışmalara daha fazla katlanamıyorum. geçmek bilmeyen şu lanet olası günler bir an önce bitsin diye beklemekten, hayatımdaki hiçbirşeyi idare edememekten yoruldum artık. sürekli sessiz sessiz ağlamaktan, sürekli tepemin tasının atmasından... bitsin artık, bu kadar aptalca bir süreç daha görmedim ben. bu evde herşey stresliydi biliyorum ama bu süreç kadar boktan bir süreç daha yoktur eminim ki.
herşey bittikten sonra olmayan hafızamla bir anını bile hatırlamayacağım şu günleri ve şu an hissettiklerimi şuraya yazayım ki unutmayayım. unutmaktan da yoruldum.
bıraksam kendimi, üç gün durmadan ağlarım, buna hiç şüphem yok.
tümden anlamsızlık denizine kapılmadan biri bitirsin şu günleri. ramak kaldı, burama kadar geldi dememe..
hayat! ne zaman anlayabilcem seni! ya da o kadar boşsun ki anlamaya çalışmakla hata ediyorum belki de!

bu yazıyı mutlaka hemen şimdi yazmalıyım!

evet evet, unutmadan yazmam lazım. malum hafızam çok kısa süreli şu sıralar. ve sanırım bundan sonra da bu kadar kısa süreli olmaya devam edecek. malum beyne kan az gidiyor, her tarafım bozuk.
bugün kendi kendime kararlar verdim. ne istediğime karar verdim. hiçbir zaman hiçbir konuda net ve köşeli bir insan olmadığım için yarın öbür gün bu kararları unutur, bu yazıyı okusam bile fikir değiştirebilirim. ama olsun, yine de bugünkü düşüncelerim benim nazarımda çok çok önemli şeyler.
ne istediğine karar vermek benim için ne demek biliyor musun? ben biliyorum.
ben davul çalmak istiyorum, bunun için debelenmek, saatlerimi boynumun içine etmek pahasına da olsa davul başında geçirmek istiyorum. bunu rahat bir şekilde, zaman ve mekan kısıtım olmadan yapabilmek istiyorum. şu anki evin bana bu koşulları sağlamasından istifade edip eve elektronik davul almak ve gönül rahatlığıyla debelenmek istiyorum. bir de gezmek istiyorum. alıp başımı haftasonu hadin diyip bir yere vınlayabilmek istiyorum. artık özgür olmak istiyorum. yalnız kalmak pahasına da olsa. arkadaşsızlık ve bunalım pahasına da olsa daha özgür olmak istiyorum. kafam rahat olsun, kuruntularla boğulmayayım istiyorum.
sonra düzenli bir spor oyunu oynayabilmek istiyorum. salak salak yürüme bandında takılmak değil de, keyif de alabileceğim, hareket de edebileceğim bir oyun oynayabilmek istiyorum. akşamları. moral depolamak istiyorum. güzel filmler seyretmek istiyorum. yazı yazmak istiyorum. konuşma pratiğinden yoksunluğumu yazı ile telafi edebilmek, yazarak düşünebilmek istiyorum. bunun için uğraşmak, içimden kelimeler akmasa bile kendimi zorlayabilmek istiyorum.
hayatımdaki bu ciddi değişiklik her açıdan ciddi bir değişiklik olsun ve yeniliklerle dolsun istiyorum hayatım. her ne kaybetmek pahasına olursa olsun. nolacaksa olsun, neyle yüzleşmem gerekiyorsa yüzleşeyim, şu sürekli yaşadığım kendini varedememe problemlerim son bulsun.
yenilikler de altın tepsiden sorunsuz ve muhteşem sunulmayacak elbet önüme. biliyorum, farkındayım. ama bir umut işte, bu sefer birşey olur, bu sefer bir varlık göstebilirim ümidi..
inancımı tazelemem gerekiyor. kendime olan daha doğrusu olmayan inancımı yenilemem, yenilenmem gerekiyor.
bunları unutmamam, ara ara bu yazıyı okuyup kendime hatırlatmam gerekiyor. balık ve kansız beynime uzun bir süre daha kan gidemeyeceği için bu blog benim için son derece önemli..

son olarak sloganımız; unutma unutturma!

6 Temmuz 2009 Pazartesi

yaşamak için bir neden ararken ölmek için bulursun..

kafamda dönüp duran yedibinbeşyüzonsekiz düşünce dün gece beni uyutmadı. düşündüm de ne oldu? tabii ki de nafile düşünceler, düşünsel endişeler. şu haftayı da hayırlısıyla atlatsak diye bekliyorum. ne kötü sürekli zaman geçsin diye düşünmek. anlamsız işte herşey. hayat cidden boş.
şimdi tasalandığım gereksiz ayrıntıların hiçbir anlamı ve değeri olmadığını anlamam için kaç saniye geçmesi gerekiyor?
bu şekilde 8-5 çalışmak insana ne katıyor paradan başka?
datça'ya gidince orada kalmanın yollarını aramalı mıyım?
beynimde anlık deşarjlar oluyormuş babamın iddiasına göre, doğru mudur gerçekten de?
kınaya dair hiçbir fikrim olmaması, insanların bana kınada nolacak diye sorması, beni daraltıyorsa bunun suçlusu kimdir? kına nedir? neden yapılır? kınada içilir mi?
şu an itibariyle pazar gecesi yaşayacağım uykuyu düşünüyorsam, pazar gecesine sağ kalacağımın garantisini kafamdan nasıl veriyorum? bu nasıl bir bilimdir?

hayata dair anlamlarımın karıştığı zamanlar bunlar.. pek çok duygunun bir arada yaşandığı karın ağrılı dönemler..

26 Haziran 2009 Cuma

cum'a.. maykıl.. ceksın..

hüzünlüyüm bu cuma, cidden.. maykıl ceksının ölümü beni düşündüğümden de çok üzdü.. hala inanamıyorum, youtubeda videolarını izledikçe gözlerim doluyor.. sanki o normal bir insan değildi ve hiç ölmeyecekti. yani onun ölümünü hiç beklemiyormuşum. biliyorum insan durduk yerde, maykıl ne zaman ölecek acaba demez. ama ne bileyim işte, koydu ölümü. kendi kendini öldürüşü hatta. bu kadar süper şarkılar söyleyen, dans eden adam nasıl olur da ölürdü?

hala şarap içiyorum. bir zamanlar çeşni adıyla kaydettiğim bir winamp listesini çalıyorum. içime bir cuma coşkusu geldi. eskiden cumaları taksime çıkardım, gece çalışmadan sonra bile olsa arkadaşlarımı görmeye, içmeye, dansa.. ilk şarap yudumunda, ya da biranın kokusunu alır almaz içime bir neşe yayılır, suratıma koca bir tebessüm yayılırdı.. sonra müzikti, danstı derken coşkuyu dibine kadar yaşar, zar zor eve dönerdim. sabah da başağrısı haliylen. şimdiyse odamdaki son günlerimde benzeri bir coşkuyu ve hüznü odamda tek başıma yaşıyorum.. tek başıma da değil pek, arkadaşlarım bang ve tortun resimler var şuracıkta.. onlara bakıp, biraz onlarla konuşup falan. öyle takılıyorum işte. ha bir de bıcırıkım. hala çok çok özlediğim rahmetli kuşum. koynunu öpe öpe bitiremediğim boklu..

maykılın bir albümünü indirdim rapidden, biraz onu dinliyim diyorum. bir de evdeki tüm kitapları yeni eve gönderdim, elimde sadece bahar noktası ve cosmopolitan bride dergisi kaldı.. her gece onları okuyorum salak oldum resmen. gelin saçı, gelin makyajı, nikah şekeri, damata sevgi sözcükleri falan. ne salak dergiler bunlar. bir sayfasını açıp okuyayım diyorum, hep aynı sayfası çıkıyor. bizim işyerinden evlenen bir adam ve karısı. düğünlerini anlatıyorlar, okuyorum, sanki ilk defa okuyormuşum gibi her defasında.

gelinlik stres ediyor beni, bir an önce tekrar denemek ve yüzleşmek istiyorum. kapanmayacakmış gibi geliyor. ama korkuyorum, son ana kadar deneyemeyeceğim sanırım. ayakkabılar gelsin diyorum şimdi, yürümeyi, dans etmeyi falan bir iki denerim.

geline neden altın takılıyor? bilezik, vs. dilek ağacı mıyım ben? tüm gece o altınları bünyemde barındıracak mıyım? belki de kimse birşey takmayacak, ben abartıyorum.
ben şu an sadece olayın tatil kısmındayım. gelinlikle ilgili aksesuarlardan çok tatil alışverişi derdindeyim. kimse derdimi paylaşmasa da haftaya eksiklerimi tamamlayıp bavulumu kapatmak niyetindeyim. son hafta bir de o bavulla uğraşamam..

daldan dala kurdela. attım.. burn the witch, yani yak cadıyı gitsin.

baçu se romro mezan..*

Bir insan neden yazar? Şu an comfortably numb dinler, şarabımı yudumlarken, şu odadaki son günlerimde düşündüğüm konu bu. Durumumu da izah ettim tam oldu, tebrikler bana. Bu evlenme olayı tuhaf bir hadiseymiş, mesela yarın eminönünde buluşcaz, pek müstakbel sevdiğim, annesi, kardeşi, ben. Sonra benim annem de bize katılacak. Perde bakcaz, halı bakcaz, becerebilirsek nikah şekeri bakcaz, hatta mümkünse sipariş vericez. Bugün evimize gittik, benden önce annem varmıştı. Evde sevdiceğin annesi ve kardeşi kalıyor tabii birkaç gündür. Evde misafir gibi hissettim kendimi. Bir evde iki kadın olmaz hakkaten, sanki benim evim değildi orası. Bir sürü yemekler yapılmış, birşeyler bir yerden başka yere konmuş, açıkçası kısmen de olsa yeni bir düzen kurulmuş. Kızmadım elbet, ama enteresan işte. Bir yandan güzel yani, o da biliyor kendi evi olmadığını ama misafir gibi de takılmıyor falan. Bilakis güzel güzel yemekler yapmış, hoştu yani. Bir yandan insanı çocuk gibi hissettiriyor eve gidince hazır yemek bulmak. Yakın bir zaman sonra unutacağım bir mevzu. Eve gittiğimde kurulmuş bir sofrayla değil boş bir buzdolabıyla karşılaşmama az kaldı. Ama bu da güzel. İnsan kendi yaptığının kıymetini daha çok bilir. Ya da yapmadığının..

Annemin nodülü büyümüş. Büyük ihtimalle ameliyat olup aldırması gerekiyor, sonra da ömür boyu her gün ilaç kullanacak. Bu ameliyatı geçiren iki arkadaşım var, çok ciddi bir operasyon değil, yani ciddi de tehlikeli değil demek istiyorum. Ama annenin ameliyat olacağı düşüncesi bile gözlerimi yaşartmaya yetiyor. Önceki gece öğrendiğimde tüm gece dört döndüm yatakta. Uyuyamadım. Dün gece de dolanmışım odamda. Huzursuzluk diz boyu. Bu sıra zaten sürekli bir kaybetme korkusu içindeyim. Bir arkadaşımla konuşurken bana evlenmesine haftalar kala sürekli annesine babasına bakıp bakıp, sarılıp sarılıp ağladığını söylemişti. Sanki onlara birşey olacakmış gibi hissediyormuş, onları kaybedecekmiş gibi bunalım girmiş, sürekli ağlıyormuş. Ben de enteresan demiştim. Niye öyle birşey olsun ki. Büyük konuşmuşum, daha beteri başıma geldi. Babam zaten benim evden kurtulduğumu düşünüyor. Bir daha da yılda bir görüşürüz falan modunda. Evden kurtulma kısmı nispeten doğru aslında. İnsanın kendine ait bir düzen kurması belli bir yaştan sonra farz olmalı. Beğenmediğim bir sürü şey var bu evde ama değiştiremiyorum, bu evin çocuğu olarak çok da söz hakkım yok hala, eşşek kadar olmama rağmen. Öte yandan bu evin çocuğu olmadığı, bilakis kendi ev sorumluluğu olmasına rağmen hala evin çocuğu gibi davrananlara da ekstra sinir olmaktayım. Bunu da buraya yazayım ki yarın öbür gün baktığımda hatırlayayım. Malum hafıza noktası bir beynim var bir süredir.

*Bitirirken niyaz.. the hunt çalıyordu.. (bu bitiriş de birinden arak ama ismini hatırlayamadım normal olarak) bu sözler de ordan bi takım sözler..

24 Haziran 2009 Çarşamba

hormonlu domates

Hormon milleti gerçekten akıl sır ermez bir alemden bence. Adamlar resmen bizi yönetiyor ya, var mı ötesi. Şimdi böyle hissedeceksin, çünkü ben çok salgılandım diyor biri, öbürü gözlerin yaşaracak birazdan salındım da azcık diyor, bir diğeri duramam daha fazla burada kanında gezeleyim ki hayatın anlamsızlığını bininci kez farket diyor. Lan maymuna çevirdiniz beni diyorum, ruhsuzluk hormonu ruhsuzlaştırıyor beni. Böyle böyle yaşayıp gidiyorum. Sanıyorum ki ben ne istersem onu yaşıyorum. Mutlu mu olmak istiyorum, olurum sanıyorum ama yok, hormonumun canı ne isterse o yaşanıyor bünyemde. Hormon mutluluktan uzaksa, bünye de mutluluktan uzak. Sebep yoksa bile hormon var.

Şimdi biri çıksın ve desin ki ben hormonları hiç sallamam, bendeki mücadele hormonu tüm hormonların ağzını burnunu kırar, hormonlar ne derse desin ben bilincimlen hareket eder, istediğim duyguları yakalar ve coşarım desin. Gelir öperim, tebrik ederim bunu diyecek vatandaşı. Bence kimse diyemez, diyen de yalan söylüyordur. İnanmam, öpmem.

18 Haziran 2009 Perşembe

topla, çıkar, çarp, böl, tekrar topla

ağır eşyaları toplayıp kolileme, bir nevi odada boşluklar yaratma çalışmalarım 5 saatin ardından tamamlandı. hepi topu 2 kitaplık, bir cdlik ve bir göz dolap boşalttım ve koliledim. 5 saat neden sürdü peki? anılaarrr... dıt dırıt dırıt.. anılaaarrr.. dıt dırıt dırıt.. (coşkun sabah ve udu diyorum size yani) her kağıt yığını beni geçmişe götürdü. sanki hafızam tazelendi. oha, nelerle uğraşmışım dedim kendi kendime. zamanında çok da önemsemediğimi sandığım birsürü iş için aslında ne çok çaba sarfetmişim ki onlarca kağıt, yazı, vs çıkıyor her delikten. başlangıçta atmaya kıyamadığım kağıt yığınından sonlara doğru pek eser kalmadı. özellikle dijital kopya olanları direkt gönderdim çöpe, ne gerek var bu teknoloji devrinde çer çöp bulundurmaya evde.
enteresandır, bir yazı buldum, kendi elyazımla yazmışım, başlığı da şu; neden evlenmek istiyorum. sene 2003 mü ne, tam hatırlamıyorum şu anda. gerekçelerim hala değişmemiş. gerçi o zaman daha derinden yaşadığım baskı meselesini aradan geçen 6 yıl sonunda bayağı bir genişlettim ve kötü evlat oldum ama bilen bilir, hala tam anlamıyla iç huzuruna kavuşabilmiş değidim. aradığım şey bu iç huzuru sanırım. yani bazen diyorum ki, toprağa otursam, tek bir kasımı bile kasmadan gevşesem, dursam, etrafımı dinlesem, gözlerimi kapatsam ve tamamen arınsam. her haltı dert eden bünyem bir an için de olsa buna bir ara verse ve benden vazgeçse. ben doğanın bir parçası olduğumu hatırlasam.
iç huzuru dedim diye bizim oğlana haksızlık ettiğim sanılmasın. onun yeri ayrı tabi bu evlenme mevzunda ancak bizim bu şekilde devam etmeyecek olmamızın nedeni huzuru arttırmak diyeyim, daha anlaşılır olsun.
eşyaları toparlamış, babamla alt kata indirmiştik az önce. ben de oturdum, kitaplıklarımın köşelerine patlayıcılı poşet yapıştırıyorum. patlayıcılı dediysem bomba değil elbet, olur ya hani stres atarsın pıt pıt patlatırsın da. onlardan işte. neyse, ne diyordum, ha oturmuş o işi yaparken aklıma bir arkadaşım geldi. durdum durdum, lan dedim içimden ben seviyorum bu hatunu. anormal bir tip ama sevilmeyecek gibi de değil hani. cins ama cinsliği ilişkiye dinamiklik katan cinsten cinslik. cins cins jeans var bir de..
gece 12ye geliyor saat. yarın kısmi de olsa bu evden taşınmış olacağım. 3 hafta sonra ise bu eve, bu odaya misafir olarak geliyor olacağım. bıraktığım herşey beni zaten çoktan bırakmış olacak. şu an çapa'ya gittiğimde ne hissediyorsam, birkaç hafta sonra buraya geldiğimde onu hissedeceğim. sesler duyacağım. bir dolabın kapanma sesi, bir kapının açılma sesi, musluğun sesi. ve her duyduğum ses bana bu evde geçirdiğim bir anı hatırlatacak. tuhaf olacağım, içim burkulacak ve hemen bu evden çıkmak isteyeceğim.
babam buruk, acele acele gidiyorsun diyor bana. belli ki üzülüyor. diyemiyorum hiçbirşey. gözlerim doluyor sadece. söyleyecek pekçok şey var, iyi ve kötü. tepkisini kestiremediğimden diyemiyorum birşey. sen yorulma bir daha diye aradan çıkartmak için böyle yaptım diyorum. inanmıyor pek, üzülmeye devam ediyor. birlikte kolileri taşıyoruz.
duygusal buhranlara kapıldım kapılacağım. gözüme soğan kaçtı kaçacak. bizim oğlandan telefon gelmiyor. taşınmaya 8 saat kala, tüm işler yapılmış ve bitmişken bir arkadaşım yardıma gelmiş. yemek yemiş. bunlar beni üzüyor, üzmemeli muhtemelen.
özel okullar ve anadolu liselerine giriş sınavı kağıdımı buldum. kağıdın üzerinde fotoğrafım var. henüz 9,5 yaşındayım. bizim oğlanın deyimiyle gamsız bir ifadesi var suratımın. dünya çok da umrumda şeklinde bakmışım. hafif bir tebessüm suratımda. sonra ne oldu da bu hale geldim, böyle aygır gibi büyüdüm. gamlı gamlı oldum. ne bu hız!
sırtım çok ağrıyor, bir duş alıp sızsam, sabah da kör karanlıkta gelecekmiş kamyon, gıpgıp tekrar nüksetti. artık geçmeyeceğine inanmaya başladım. hayatımın sonuna dek benimle kalacak sanırım. kısmet işte.

17 Haziran 2009 Çarşamba

hep iyi olma derdi beni gerdi

Hep iyi bir insan olarak buldum kendimi. Ya da kendi kendime öyle geldim. Yalandı muhtemelen. İyiliğimin başıma bela olacağını bilmiyordum. Çünkü iyilik denen şey aslında bir miktar karşılık bekleyen birşeymiş. Bunu yaşadıkça farkediyorum. Ya da ben karşılık görmek için iyilik yapıyor da olabilirim. Şu sıralar yediğimi düşündüğüm kazıklar belki anlatınca dişe dokunur gelmeyecek ama bana nedense çok koyuyor.
Sevgilisinden ayrıldığı ve bir evi olmadığı için hiç bize sormadan, tamamen samimiyetimize dayanarak evimizde kalmaya başlayan, taşınırken eşyalarını aşağıda bırakan, eşyalarını yukarı taşıdığımız - defalarca inip çıkmak suretiyle - bir arkadaşımız ne oluyor da sevgilisiyle barıştıktan sonra eve adımını atmıyor. Üstelik eşyalarını da almıyor. Bizim evimiz depo mu? Ardiye mi? Bu ne vurdumduymazlıktır, bir insanın ses çıkarmamasından bu kadar mı istifade edilir? Üstelik sadece benimle yakın münasebeti olan, evdeki asıl kişiyle çok süper muhabbeti dahi olmayan bu kişi evi boşaltacağımız günlerde neden eve gelip de eşyalarını toplamaz? Biz bunu hakedecek ne yaptık?
Eşyalarımı alırım ben demeyip de bize sen de eşyalarını toplarsın artık dedirten bu şahsın derdi nedir? Bunlara fena halde takığım şu sıralar.
Buna benzer yaşadığımız bir diğer vak'a daha beter sonuçlandı. Kafasına göre evimize girip çıkan bir başka arkadaşımız - başımızın üstünde yerin var demiştik - en son sınav kağıdı bizim adrese geldiği için ve sınava bir gün kaldığı için bizi yolumuzdan çevirmek suretiyle sınav kağıdını ayağına getirtti. Sonra da ne telefonlarımıza cevap verdi, ne halinden haberdar etti, bir kaç ufak eşyasını evimizde bırakmak suretiyle çekti gitti. Ev paylaşımını geçtim, kaç yıldır tanıdığım bir insan bana neden bunu yapıyor? Derdi ne? Gerçekten anlamıyorum. Derin bir depresyona girmiş bile olsa buna hakkı yok diye düşünüyorum. Kaldı ki depresyonluk bir durumu yoktu.
Herkes yapılacak birşey varsa yardıma gelelim diyor şu günlerde, yapılacak birşeyler olduğu aşikar, neden gel dememizi bekliyorlar. Günler önceden aramış bir arkadaşıma bu haftaiçi toplanacağız dememize rağmen neden dün gecenin körü arayıp yarın geleyim diyor. Neden bizim onun işine göre toparlanacağımızı düşünüyor.
PMS'ten de olabilir ama ufak ufak kimse beni sevmiyor, kimse beni umursamıyor sendromunda olduğumu hissediyorum.
Şimdi yakın sandığım bir arkadaşımdan bir mail geldi. Gözlerim doldu, gırtlağıma birşey takıldı. Sıçtığımın şirketinde de ağlanmıyor ki şöyle anıra anıra..
Neyse, araba bulursam şayet akşam arabayla döneceğim, yolda zırlarım.
Hadi bu kadar yetsin artık!

10 Haziran 2009 Çarşamba

gıpgıp, uyku ve bizim çocuklar


Tam bitti derken tekrar başlayan gıpgıp hadisesine artık daha fazla takılmak istemiyorum. Düğüne kadar ağız tadıyla, göz tadıyla bir uyku haram bana, bunu anladım. Uyku yoksa gıpgıp var, orası da kesin artık. Yapılacaklar listesine tik atmayı ne kadar çok sevsem de bunu yapamıyorum.


Hiçbir tik bir anda atılacak cinsten değil. Hepsi teferruatlı bir süreç sonucunda tiklenme kıvamına gelen işler. Misal evi toplama, misal damatlık alma, misal fotoğrafçı ayarlama. Karar vermekten henüz bıkmadım ama bu kadar üstüste karar vermek benim karar mekanizmamı ya bayağı bir geliştirdi ya da çökertti. Verdiğim kararların doğruluğunu bilahere yaşayarak göreceğiz.


Her sabah o sıcak yataktan çıkıp, banyoya gidip, yıkanıp, giyinip, mutsuz mutsuz servise binmek, serviste boynumu helak etmek suretiyle uyumak ve açılmamış gözlerle dükkana girmek. Bundan bıktım bu aralar. Ciddi bir tatil ihtiyacı içersindeyim. Bunun için de bu hengamenin bitmesini beklemeliyim. 1 ay var. Şimdilik beni en çok motive eden şey tatil. Bakalım o geçtikten sonra neyle asılcam hayata..




Şuraya kafamı koyup azcık göz kapaklarımı dinlendirsem ne olurdu sanki?

27 Mayıs 2009 Çarşamba

bunu dinlemeyen kalmasın!

biraz gevşetebilsem göğüs kafesimi

dokunup durdurabilsem attığın yeri

boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor

dakika başı bir of içimden hiç eksik olmuyor

her neyse işte özledim seni o kadar

boş düşünce balonu başımın tam üstünde

bir şey yazmaz oldu senden sonra içinde

boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor

koşmak istesem de sana hayat geri çekiyor

her neyse işte özledim seni o kadar

bir şiir olamadım kafiyene uyamadım

sen kaçtın ben kelime bulup seni tutamadım

boşalttığın yere ne koyduysam dolmuyor

dakika başı bir of içimden hiç eksik olmuyor

her neyse işte özledim seni

her neyse işte böylesi hayat nereye kadar

http://www.youtube.com/watch?v=aV8L4U4FSpU

22 Mayıs 2009 Cuma

bütün isteğim uyku..

neden uyuyamıyorum? kafamda binyediyüzseksendokuz tilki mi dönüyor yoksa? dönme tilki, dönme..
valla yok tilki falan kafamda ama koşturmaktan yorgun düşüyorum sanırım. tüm gün koşturan beden ve zihin bir an olup da sakinleşemiyor.
gün gelecek, sakinleşeceğim biliyorum.

ya da bildiğim birşey yok, laf olsun diye yazıyorum!

uyu da gel çocuk, uyu da gel!

günlerdir geceleri uyumayı beceremediğim için dün öğlen pinpon oynamayayım da azıcık kestireyim dedim. masaya kafamı koydum, rahat etmedim, bel yastığını masaya koydum, rahat etmedim, en sonunda kaykıldım, kafamı koltuğa dayadım, kulaklık kulağımda. yaklaşık 40 dakika fosur fosur uyumuşum. kulağımda kulaklık da olduğundan - müzikle uyumak sanırım en sevdiğim şey şu hayatta - etrafımda beni lunapark gezer gibi gezen insanları farketmemişim. fotoğrafımı çekenler, yemiş atanlar olmuş. duymamışım haliyle. uyandığımda olay ortaya çıktı anında. herkesin elinde bir cep telefonu fotoğrafımı çekmiş. çok utandım, bayağı ağlağım zaten şu günlerde, başladım ağlamaya..

uyurken bu kadar mı çirkin olur bir insan ya! tiksindim kendimden. şimdi bu iğrenç uyku pozunun en çirkin yerini de buraya koyuyorum. koyuyorum ki bir daha böyle bir eşeklik etmeyeyim..

serviste bile uyumasam yeridir artık. biraz zor gerçi..

18 Mayıs 2009 Pazartesi

wake from your sleep..

güne exit music (for a film) dinleyerek başlıyorsam bu bugünden bana hayır gelmeyeceği anlamına gelir. gelirse gelsin, umrumda değil. bunalım yattım, bunalım kalktım. şimdi de bir güzel kaçış şarkısı dinlemişim, çok mu!
yazı yazmak düşünmek ya aslında, yani insan düşündüğünü yazıyor haliyle. acaba ben az yazdığım için mi az düşünüyorum. oturuyorum mesela birşey yazmaya, elim kitleniyor, açılamıyorum uzun bir süre. daha çok pratik yapmam lazım sanırım. daha sık yazayım artık bari.

bu arada ev maceralarımızın sonuna geldik. artık nişantaşı'lı olduk. ama acıbadem nişantaşılısı. umutlarımızı hemen hemen tamamen yitirmek üzere olduğumuz bir akşamüstü gördüğümüz bir ilan ile hayırlı olacağını umduğumuz bir işe giriştik. bakalım nasıl olacak. şimdi eşya meseleleri var. birkaç dergi karıştırıp biraz fikir sahibi olmaya çabalasam iyi olacak, zira gelinlik mevzuunda olduğu gibi bunda da beynim boş. güzel olmasını, klasik olmamasını istiyorum da başka birşey istemiyorum. o da nasıl olacak onu da bilemiyorum.

yarın tatil ya, bugün geçmez kesin. üstelik çarşamba yine pazartesi sendromu yaşatır bünyeye ama sonrası perşembe ve cuma hemen geçer. hatta haftasonu da hemen geçer. zaman öyle ya da böyle geçiyor, kaybolan bizim boşluklarımız oluyor.

fesupanallah...