24 Ağustos 2010 Salı

Bir doktor macerasının daha sonuna geldik


Bu fotoğrafta gördüğünüzü (ki benim fevkalade yamuk boynum ve nacizane fındık fıtıklarım oluyor bunlar) ve benzeri pek çok şeyi yorumlamak için 7 ila 12 yıl arasında eğitim alan beyaz önlük giyer insanlardan ne kadar hazzetmediğimi bir bilseniz.. Evet, tüm doktorlardan nefret ediyorum, akrabam olanlar (başta babam olmak üzere) hariç. Akraba doktor kadar büyük bir veli nimet yoktur. O her türlü nazınızı çeker, sizi diğer doktorların gereksiz böbürlenmelerinden kurtarır ve vücudunuza sıkışmış kağıt banknotları pahalı hastanelerde çıkarttırmanızı engeller. Candır bir nebze..

Diğer doktorları neden sevmiyorum peki?

Öncelikle ukala dümbeleği oldukları için. Herşeyi en iyi kendileri biliyor sanki. Örnek veriyorum;
Doktora gidilir, doktor klasik başlangıcı yapar.
- Evet, dinliyorum.
- Benim boyun fıtığım var, fakat..
- Nerden biliyorsun?
- (ebem söyledi, içimden) (malum oldu) (attım tuttu) Çünkü bundan 8 yıl kadar önce teşhis kondu, geçen sene de mr çektirdim, duruyor, gitmemiş, düzleşmiş de boynum bir güzel.
- Hm, peki, şimdi?
- Vs...

Bence onlara göre hastalar hep hastalık hastası. Yani bence adam içinden o an şöyle düşündü, boyun fıtığı modası var, her boynu ağrıyan kendini fıtık sanıyor, bu kız da saf bişeye benziyor, kesin ölçtürmeden kendine fıtık teşhisi koydu, dur ben şunu bir bozayım, lafı gediğine koyayım.

Sonracığıma bu adamlar ne kadar dinliyorum dese de aslında hiç dinlemiyor. Hep başka şeyler düşünüyor, naparım da bu hastadan çabuk kurtulurum ama bunu yaparken de onu yolarım diye bakıyor. Ve insanda doktorun acelesi var, başka hastaları kuyruk oldu, ben de ayıp ediyorum adamı sıkıcı hikayemle oyalıyorum hissiyatı yaratıyor. Oysa veriyorum muayene parasını, istersem yarım saat oyalarım. Yok ama, en uzun muayene 8 dakika sürüyor. Gelsin paralar..

Biraz meraklı bir hastaysanız ve eliniz kolunuz rahat durmamış internetten hastalığınızı araştırmışsanız aman diyim bundan doktora bahsetmeyin. İşte böyle anlarda doktorun dümbeleklik damarı kabarır. Sen benim teşhisimi sallamıyor musun lan yoksa diye size öyle bir ters bakış fırlatır ki boynunuz önünüzde ezik ezik odayı terketmek zorunda kalırsınız. (yok yok, bana böyle olmadı, bunu daha önceden deneyimlediğim için doktorun huyuna giderek sordum sorularımı)

Doktora gitmeye karar verdiğim anda bana ilaç verip geri göndereceğini, üstelik bunu yapmadan önce bana bir de MR çektirip bunaltacağını biliyordum. Ama bir anlık gaza gelip gittim. Sonuç ne mi oldu? Aldım ilaçlarımı oturdum aşağıya. Bir de sigortamın karşılamadığı yüzde 20lik 120 tl var, bir de iki günde kaybettiğim 3 saat. Ey blog, hatırlat bana, bir daha doktora gitmeyeyim. Acil bir durum olmadığı sürece internet olsun benim doktorum. Tamam mı?

Zaten doktorların benim gibi hastaları sevmediğine kanaat getirdim. Yani mesela yüksekten düşüp belini incitmiş ve tekerlekli sandalyeyle oraya gelen bir hasta ile, benim gibi "15 gündür ağrım geçmedi dohtor bey" diyen hasta doktorun gözünde aynı değil. Ben şımarık hastayım doktorun gözünde. Çünkü 15 gündür ağrım geçmemiş olmasına rağmen gayet normal hayatıma devam edebiliyorum. Tek sorunum biraz kaşınmış olmak, onun görevi de beni boş laflarıyla rahatlatmak. Oysa öbürü gözünün içine bakıyor doktor bir ilaç yazsın, bir ameliyat yapsın da adım atabilir hale gelebileyim diye. İşte bu yüzden demin de dediğim gibi acil bir durum haricinde doktora gitmek gereksiz. Hatta ve hatta kerizlik..

Bir de şu MR meselesi var değinmek istediğim. Yıllar önce çıkmış bu olayda zerre teknolojik ilerleme yok sanırım. Bir alet bu kadar mı gürültülü olur. O çıkarttığı gürültülerle benim bünyeme ışın gönderiyorsa zaten kısa olacağını umduğum ömrümden aylar eksilmiş olmalı. Zira, çıktığımda kafam o biçim ağrıyordu, boynumun ağrısından bahsetmek bile istemiyorum. Klostrofobik mezar hali de cabası. Gözlerimi kapatıp kırlarda, bayırlarda koşuyormuş hayalleri kurmuş olsam da o onbeş dakika geçmedi gitti. Buradan furuşun blogunu takip eden meşhur isviçreli bilim adamlarına sesleniyorum. Lütfen şu mr olayını daha sessiz bir hale getirin. Bir de o mezar efektinden vazgeçin artık, her canlı ölümü tadacak biliyoruz ama henüz erken değil mi bunu deneyimlemek için?

Bir doktor macerasının daha sonuna geldik. Uzun bir süre tekrarlanmaması dileğiyle kuşburnu sağlıklı günler diler..

17 Ağustos 2010 Salı

Mental Sickness

Çözemiyorum, çözülemiyorum, kendimi kendimden sıyırıp atamıyorum. Basit bir sabah depresyonu değildi bu, bir hayli mental sickness belirtisi vardı. Kim bilebilir ne olduğunu? Neden olduğunu ya da?
Yaşamayı sevmek cesur olmanın bir sonucu bence. Hayatına dair kararlar alıp ne pahasına olursa olsun onları uygulamak değil mi cesur olmak. Mesela her sabah sıkıldım işe gitmekten diye kalkmak değil de, bu sabah işe gitmeyeceğim, bundan sonra da gitmeyeceğim diyebilmek. Buna sevinebilmek, içinde acaba yanlış mı yapıyorum şüphesinden zerre olmaması. Verdiğin kararın arkasında durabilmek. Sana gerizekalı enayi gözüyle bakanlara gülümseyip geçebilmek. Umursamamak kimseyi, sadece kendini, sadece kendi mental sicknessını. Geri gelmeyecek birşey çünkü o, gitti mi dönüşü yok.
Peki ben ne bekliyorum acaba? Cesaret iksiri mi içmeliyim? Bu memnuniyetsizlikle nereye kadar? Konuşmak dahi istemiyorum, bana soru sorulmasını ise hiç istemiyorum. Tüm sorulara "sanane!" cevabını yapıştırasım var. Kaldıramıyorum.
Budur ruh halim, bunal(d)ım...

11 Ağustos 2010 Çarşamba

yemek tarifi

Bir sürü abudik gubidik site var yemek tarifi veren.. Yok yok hepsine abudik demiyim, güzel sitelerin hakkını yemiyim. Ama bazen öyle tarifler oluyor ki, biri yazmış (kim olduğu muallak) herkes kopyala pastala yapmış kendi sitesinde. Oysa her yemek ayrı bir deneyim, deneye deneye siteye koysalar daha şahane olmaz mı? Ben de yaptığım uzun araştırmalar sonucu uzman.tv den izlediğim bir beğendi, annemle telefonda konuşarak aldığım bir hünkar (hünkarbeğendinin et kısmının nazarımdaki karşılığı) tarifinin deneyimimle bezenmiş halini tarifleyeceğim ki burda da bulunsun.

Şimdik hünkarbeğendi dediğimiz muhteşem ötesi, her genç kızın rüyası yemek iki parçadan oluşuyor. Beğendi ve hünkar. Beğendi için gereken patlıcan, un, tereyağ (bu meretin girdiği herşey olağanüstü leziz olmak zorunda mı?), süt, el çırpıcısı, kol kası, ocak.

Ben 5 patlıcandan iki posta yaptım, çok insan gelecek diye. Ama 5 patlıcandan 5-6 kişilik beğendi çıkıyor. Önce ocağı mahvetmek pahasına da olsa patlıcanlar közleniyor. Közlemeden önceki en kritik operasyon patlıcanlara bıçakla bir takım çizikler atmak. Ben her patlıcana ortalama 15 çizik atmışımdır. Çizince şahane közleniyor, içindeki su fırt diye akıyor, ocak iyice batıyor, harika bir olay! Ama çizmeyince patlıcan şişiyor da şişiyor ve bir türlü pişmiyor. Sonra çizmeyi unuttuğun patlıcanı bir çiziyorsun foşşşşş, rahatlıyor patlıcan resmen.

Patlıcanları kabukları yumuşayıp içleri çekilinceye kadar közledikten sonra, el değme sıcaklığına gelinceye kadar bekletiyoruz. Limonlu suydu, normal suda yıkamaydı falan.. Böyle şeylere hiç gerek yok. Patlıcanları cırt cırt soyup, kafasını koparttıktan sonra çatalla iyice eziyoruz. Püskül püskül ayırmak gerekiyor ki topaklanmasın. Sonracığıma, sıcaktan kızgınlığı tavana fırlamış bir tencerede (ben çelik tencere kullandım) bir çorba kaşığı kadar (ama dolu dolu) tereyağını el çırpıcısıyla çırpa çırpa eritiyoruz. Eridikten sonra iki çorba kaşığı un atıyoruz ve kol kasına sığınıp koldan geldiğince hızlı karıştırıyoruz. Yağ az olursa veya karıştırma işini ağırdan alırsanız top top unlu yağınız olur, çöpe döküp yeniden başlamanız gerekir. Hayır, ben yaptım ordan biliyorum. Hızlı hızlı karıştıra karıştıra (kısık ateşte) un pembeleşene kadar yoruluyoruz. Pembe diye bir renk hiç olmuyor ama halk arasında böyle bir inanış olduğu için pembe yazdım. Yoksa, ben yaptığımda mesela koyu sarı falan oldu en fazla. Unu çok yakmak da iyi değilmiş, bilginize. Neyse, sonracığıma bir bardak kadar sütü azar azar bu karışıma ekliyoruz. Ekler eklemez cossss olacak. Herşey topaklaşacak, şaşırmayın. Karıştırdıkça güzelleşecek. Yaşasın kol kası.. Tüm sütü ekledikten sonra kıvama gelecek ve bu görüntü beşamel sos görüntüsüne benzeyen bir görüntü olacak. Eğer olmadıysa bir yerde bir yanlış yaptınız demektir. Bu noktada işi gücü bırakıp, nerede nerede nerede.. ben nerede yanılış yaptım adlı muhteşem şarkıyı söylemeye başlayabilirsiniz. Beşamel sos hazırlandıktan sonra ocağın altını kapatmadan çatalla iğdiş ettiğimiz köz patlıcanları da karışıma katıp, sosu yedirip, ocağı kapatıyoruz. Beğendimiz hazır, oley!

Gelelim et kısmına. Ben dana kuşbaşı aldım ama kuzu ya da koyun daha iyi oluyormuş, yumuşacık. Etleri lönk diye tencereye atıyoruz, ara ara karıştırıyoruz, suyunu önce veriyor, sonra çekiyor (epey uzun sürüyor bu işlem). Suyunu çektikten sonra 1 soğanı incecik doğrayıp, biraz da zeytinyağı ekleyip ete ekliyoruz. Karıştırıp soğanları öldürüyoruz. Ve ardından bir tane domates ekliyoruz minik minik doğranmışından. Soğan da domates de öldükten sonra birazcık (ama az baya) kaynar su ekleyip ağzını kapatıyoruz. Ara ara kontrol edip suyu azaldıkça su ekliyoruz. Derken bir de bakıyoruz ki tadına, pişmiş.. Eğer pişmemişse camı açıp kedi çağırıyor, pişmemiş eti kediye atıyoruz, karnını doyuruyoruz. Et de ziyan olmuyor.
Budur. Servis yaparken de önce beğendiyi, üstüne eti koyup servis yapıyoruz. Afiyetle yiyoruz, afiyetle yenmesini izliyoruz.

O kadar yemek yaptım, bir gıdım fotoğraf çekmedim. Böyle uzun yazı, fotoğrafsız kalakaldı. Kısmet başka sefere..

Ramadan the mobarek!

Ramazan geldi hoşgeldi, çalsın davullar, patlasın toplar, güm güm güm.. Benim için tek güzel yanı fırından çıkan sıcak pide olan ramazanla bağlantım az çok aşikar. Herkesin inancı, mantığı kendine, bana göre de saatlerce aç kalıp, gecenin bir körü yemek yiyip yatmak, sonra sabaha karşı yemek yiyip tekrar yatmak ve gün boyu susuz kalmak pek mantıklı değil. Sabah erkenden kalkıp servise binen insanların ofisteki halleri de her ramazan'da olduğu gibi bu sene de perişanlık. Sabah gelir gelmez masada 15 dakika kestirmek, öğlen tatili boyunca uyumak, toplantı esnasında kapanan gözler, yavaşlayan algılar, ağırlaşan hareketler, konuşmama, hareket etmeme, suratsızlık.. Amaç yemek yemeden normal hayatı devam ettirmek değil mi bu işte? Sahura kalkıp, iftara kadar uyuyan adamın orucuyla, sahura kalkıp iftara kadar yük taşıyan adamın orucu bir mi? Ölçü değeri ne tabii, o da ayrı bir tartışma konusu..

Benim için oruç mesela bir ay boyunca küfretmemek olabilir veya sinirlenmemek. Ya da para harcamamak mesela. Ya da tatlı yememek olabilir. Ama dışarıda 50 derece sıcak varken susuz kalmak manalı bir oruç olmaz bana. Peki, oruç tutup kan şekeri düştüğü için sinir katsayısı yükselen, etrafına bağırıp çağıran insanlar hangi kategoride değerlendiriliyor? Bir kere iftara on dakika kala bir otobüse binmiştim, adam iftara yetişmek için maslaktan taksime 9 dakikada gitmişti. Hiçbir durakta durmamıştı, benim açımdan sevaba girmişti, ama durakta saf saf bekleyen insanlardan beddua almıştır şüphesiz. Üstelik otobüse binebilenleri de çabuk çabuk geçin diye azarlıyordu. Bu arkadaş hangi kategoride peki?

Peki ya bayramlar, daha bir ay var ve tatilden yeni dönmüş olacağımız için herhangi bir şehirdışı programımız yok fakat şimdiden gözümde büyümekte bayram meselesi. Gereksiz aile muhabbetleri, koşturmaca, trafik, kalabalık,vs.. Evden çıkmamak en muhteşemi..

8 Ağustos 2010 Pazar

bu sıcakların bir anlamı olmalı...

Benim kedi sevmeyen kendini sever iddiam tartışıladursun, dün yaptığım yüzlerce googlelamanın arasında şöyle bir iddia okudum: "hünkarbeğendi ve pilav yapamayan aşçıyım diyemez."
Neyi googleladığımı tahmin etmek zor değil. Evet, hünkarbeğendi.. Aslında sadece beğendi kısmıydı aradığım, hünkarını bu sabah yapacaktım ama yekvücut olduğu için bu yemek, böyle aramak işime geldi. Neticede hünkarbeğendiyi de, pilavı da yaptım, peki aşçı oldum mu? Bence olamadım, netekim pilav lapamsı oldu. Hünkarbeğendime laf yok. Yani umarım laf olmaz, zaten birkaç saat içinde alıcam cevabımı oturucam aşağı.

Yemek yapmak zor zanaat üstadım. Süreci pazar noktasından başlatırsak hele, anneyle empati kurmak kaçınılmaz. Kollar uzaya uzaya, burundan ter aka aka (üstü kapalı pazar ısıyı hapseder, harika bir şekilde terlemenizi sağlar) parmaklar acıya acıya alışveriş tamamlanır.Hatırlıyorum da annem pazardan eve geldiğinde benim içindeki "oley eve yeni meyvalar geldi, önce hangisinden başlasam acaba?" heyecanına karşılık annemin yüzünden düşen bin parça olurdu. Hiç anlamazdım annemin sevincimi neden paylaşmadığını. Bu son perşembe anladım.

Misafir geleceği günler evde bir anda oluşuveren onlarca çeşit yemeğin aslında gayet vakit alan işler olduğunu, eğil, kalk, kes, rendele, karıştır, çırp, dök, tat operasyonunun defalarca tekrarlandığını da yeni anlamış bulunuyorum. Bu bilgi de vatana millete hayırlı uğurlu olsun.

6 Ağustos 2010 Cuma

iddia ediyorum

hayvan sevmeyen insan sevmez.. kedi sevmeyen kendini sever.. bir kedinin kıçına tekmeyi yemesinden zerre etkilenmeyen insana söyleyecek lafım bile yok..